Biri

Ne Anladım Ben Bu Hayattan !?

05.03.2012 Son Ekleme

ÖNSÖZ

Sorgulamak, insan beyninde bir bölmeden bir diğerine geçmek gibidir. Hemen dönülmezse, ilk bölmeye sonradan geri dönmek çok zordur.

Ben ikinci bölmeye geçip orada da kaldığım için ilk bölmede kalmanın nasıl bir şey olduğunu bilemiyorum. Yanlış da anlaşılmasın, ilk bölmede olmanın nasıl bir şey olduğunu biliyorum, kalmanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum.

Bu nedenle hangi bölmede kalıyor olmanın daha tatmin edici olduğunu söylemeye yetkin değilim. İlk bölmede kalmaktan hoşnut olanların diğer bölmeye göz atmalarının sorumluluğunu almayı da içtenlikle istemiyorum. Dilerim ilk bölmede kalmaktan hoşnut olan dostlarım bu hassasiyetimi dikkate alırlar.

Bu ‘sohbet’ yazı dizisinde sonu gelmez sorgulamalarımın beni hangi düşüncelere götürdüğünü aktarmaya çalışacağım. Benim gibi sorgulamayı seven arkadaşları bulabildiğim bazı öznel ancak yetersiz yanıtlarla ve yeni sorularla tanıştırmak arzusundayım. Bir sohbet düzeninde olmasını arzu ettiğim için bu sitedeki diğer bölümlerden farklı olarak yeni yazdığım bölümler bir önceki yazımın sonuna eklenecek. En üstte de, bütün metnin en son düzeltildiği tarih olacak.

Güzel bir yolculuk dilerim.

***********BİRİNCİ İPUCU :)

Tamamen kişisel görüşlerim olduğunu bir kez daha ve çok kuvvetle vurgulayarak, söylediklerimi kendimin de sorgulamaya devam ettiğinin altını da çizerek sohbete devam ediyorum:

Sorgulamaktan söz etmişken sohbete sorgulamayla devam edelim. Yıllar önce şöyle bir cümle aklıma gelmiş ve  not etmiştim: ‘Düşüncelerimiz başkalarının düşünceleri olarak oluşur, biz onları sorgulamadıkça üzerimizde başkalarının düşünceleri olarak kalırlar.’

Bazen, bu cümleyi meşhur biri yüz yıl önce söyleseydi bilinen bir söz olurdu diye düşündüğüm olur. Sözlerin değerinin içerik, söyleyen, zaman faktörlerinin hepsiyle birden tartıldığını çok iyi biliyorum. O nedenle bilinmeyişine isyan için değil :) üzerinde düşünmek amacı ile yazdım.

Geçen yıl YGA Vakfı Genç Liderler kampında bir konuşma yapıyordum. Arada o konuşmaya atıfta bulunacağım, hoş ve benim için öğretici bir toplantıydı, bu sohbet için kafamda bir harita çizmeme de yardımcı oldu.

O konuşmada bu cümleden söz edince öğrencilerden biri ‘Açıklar mısınız’ deyince hazırlıksız yakalandım. Çoğu zaman olduğu gibi futbol ve eşimden örnekler imdadıma yetişti. Master çalışmalarım sırasında Lisede öğretmenlik yaparken de eşimle ilgili çok örnek verirdim. O kadar ki, bir öğrenci: “Hocam siz de Komiser Colombo gibisiniz, hep eşinizden bahsediyorsunuz ama hiç kendisini göremiyoruz” demişti. (Colombo’yu bilenler bilmeyenlere anlatsın :) )

Neyse, bugünlere dönelim: Can havliyle: ‘Şimdi eşime sorsanız dünyanın en pahalı futbolcusu Messi’dir’diyecektir. Neden? İki gün önce ben kendisine öyle söyledim de ondan.’ dedim.

Bu örnek üzerine hak verir gibi oldular. Ancak beyinleri benden çok daha hızlı çalıştığı için: ‘İyi ama herşeyi sorgulayıp araştıramayız ki’ dediler.

Doğrudur, gerçekten de hayatımız bu nedenle bütününden emin olamayacağımız bir algılar bütünüdür. Belli bir çerçevenin dışına çıkmadığında doğru kabul ettiklerimizle yaşıyoruz hayatı.Bazısı tatmini bu çerçevenin mümkün oldukça içinde emniyette kalmakta, bazısı bu çerçevenin sınırlarını mecbur kalmadan da dışarı doğru zorlamakta buluyor.

Belki hayatı anlamaya dair birinci minik ipucumuz bu tartışmadan çıkıyor: Hayatı, belirsiz zaman aralıklarındaki yaklaşık değerlerle, genellemelerle ve önyargılarla algılıyor,diğer insanlarla da bu belirsiz verilerle iletişim kuruyoruz. Pek cesaret verici bir ipucu değil :)

Bugünkü sohbeti, sorgulama konusu üzerine ‘İyi ki başımdan geçmiş’ dediğim bir olayla kapatıyorum:

Yıllar önce Amerika’da lise son sınıfı okumuştum. O yıllarda ülkemizde Amerikan esprisi diye tanınan fıkralar modaydı, bu fıkraların özelliği ise gülme öğesini sadece saçmalığından ve saçmalığı ile şaşırtmasından almasıydı. Diyaloga vesile olsun diye, bu fıkraları Amerikalı arkadaşlarıma anlatıyor ve tepkilerini inceliyordum.

En fazla anlattığım ve sonu mutlaka kahkahalarla karşılanan fıkra birbirlerini hiç tanımayan iki rahibin her cuma akşamı karşılıklı satranç oynamalarıyla ilgili olandı:

Rahip Joe, rahip James’a her cuma gidiyor ve tek kelime etmeden satranç oynuyorlardı. Satranç bitince gene tek kelime konuşmadan ayrılıyorlardı.

Sonra bir cuma günü rahip Joe gelmiyordu, ertesi hafta da, bir sonraki hafta da…

Rahip James rahip Joe hakkında hiç bir şey bilemediği için ona ne olduğunu dahi araştıramıyor ve bir süre sonra ümidi kesip cuma günlerini satrançtan başka şeylere ayırmaya başlıyordu.  Ta ki yirmi yıl sonra bir cuma akşamı kapısı çalınıp karşısında saç sakal birbirine karışmış misafir rahibi görene kadar. İlk kez bir şey söyleme gereği duyarak;

“Nerelerdeydin bugüne kadar?” diyordu.

“Bir dağa çekildim ve hayat hakkında düşündüm”

“Bunca yıl düşünüp de bir sonuca ulaştın mı?”

“Ulaştım. Hayat bir fıskiyedir.”

“Yanılıyorsun dostum, hayat bir fıskiye değildir”

“Yanılmışım, sanırım sen haklısın, hayat bir fıskiye değildir”

Her anlattığımda insanları güldürebildiğimi görünce daha da uzata uzata bu fıkrayı herkese anlatır oldum. En son fizik hocama çatana kadar… Fizik hocam gülmedi ve beni çok şaşırtan bir tavırda “Bu öyküde çok önemli bir hayat dersi var” dedi, “ Açığa vurulmayan ve sorgulanmayan hiçbir düşünce yeterince güçlü olamaz”

Yıllar sonra gönderdiği bir yılbaşı kartında bu öyküyü her ders yılı başında yeni sınıflarına hayat dersi olarak anlattığını yazıyordu.

**********İKİNCİ İPUCU

“Yaşamımızda da, iletişimimizde de farkında olduğumuzdan çok daha fazla belirsizlik var.”

Belirsizlikler hakkındaki kendi de belli belirsiz bu ipucundan sonra sıra belki de en önemli ipucunda. Bu ikinci ipucuna sohbet ilerledikçe zaman zaman çok çeşitli vesilelerle değineceğim. Yazdıklarımı izleyenlerin bu ikinci ipucu üzerinde düşünmelerini gerçekten arzu ederim. (Tabii ki şaka olarak: Sınavda sorunun buradan geleceği kesin)

Benim için önemli olduğu için aynı zamanda da  kısa:

Başlangıçta insanoğlu dilediği her şeyi yapabilmeyi diledi.

Dilediği her şeyi gerçekleştiremeyeceğini anladı.

Dileklerini değiştirdi.

İnsanlık tarihi dileklerinin evriminin tarihidir.

********** ÜÇÜNCÜ İPUCU

Sadece sizlere ipucu vermeye çalışıyorum sanmayın, kendime de ipucu arıyorum.

Çoğumuzun evinde, kaybettiğimiz büyüklerimizin resmi vardır.

Bazılarımız hep, çoğumuz bir evreye gelene kadar hayata bir çocuğun büyükbabasının duvardaki resmine baktığı gibi bakarız.

O çocuk için büyükbabanın yaşamı boyutsuzdur: Yaşamış, ölmüş ve bir resim olmuştur !

Hayat ise çoğu zaman bir yetişkine dahi ‘boyutsuz’ gözükebilir. Kavramlar hep böyleydi, insan ilişkileri hep böyleydi, sınıf ilişkileri hep böyleydi, duygular hep böyleydi, inançlar hep böyleydi, ülkeler hep böyleydi, aşk hep böyleydi, dileklerimiz hep böyleydi(!) diye algılayabiliriz.

Issız bir adaya bir kız, bir erkek bebek koysak ve kendimizi fark ettirmeden hayatta kalmalarını sağlasak, insanlık birikimi ile ilişkileri kesilecektir. Tabii ki böyle haince bir deney yapılamaz ama inanıyorum ki çok uzak olmayan günün birinde böyle bilgisayar simülasyonları yapılacak.

Bu iki ‘hayali’ bebek genleri hariç insanlık birikiminden koptuklarından, kavramlarla, kelimelerle, duygularla ilişkileri bambaşka olacaktır.

Uzatmayayım; derin bir uçurumdan aşağı baktığında insanın içi bir tuhaf olur ya; öyle bir insanlık birikimi üzerinde duruyoruz ki, gerçekten derinliğine bakabilsek içimiz en az o kadar ‘tuhaf’ olurdu.

********** KAVRAMLAR

Belirsizlikler, dilekler ve de insanlık birikimi…

Bu üç ipucuna da zaman zaman döneceğim, gözünüzü korkutmak gibi olmasın ama daha bir çok ipucundan da söz edeceğim.

Sıra şimdi kavramlarda. Acaba bir kedinin kavramlarla arası nasıldır? Hiç mi ilgisi yoktur yoksa biraz var mıdır?

Mutfakta bir şey pişirirken ‘Pisi pisi’ diye çağırdığınızda acaba sadece şartlı refleksle mi gelecektir, yoksa kafasında ‘yenecek bir şeyler kavramı’ da olacak mıdır?

Bunun üzerinde duracak kadar bilgim yok. Ancak bir kedinin soyut kavramlarla ilgisinin olmadığına hemen hemen eminim. Soyut kavramlarla ilişkide olabilmek için herşeyden önce onları  isimlendirebilmek lazım. Kapalı bir yere kapatılmış bir kedinin dışarı çıkmak isterken bunu ‘özgürlük’ adına istemediğini söylersek yanılma payımız herhalde az olur.Orada kapalı kalması nedeniyle kötü hissettiği için çıkmak istemektedir, ‘özgürlük’le ilinti kurmamaktadır.

Kavramları herşeyden önce soyut – somut diye ayırabilmek herhalde mümkündür. (Masa kavramı örneği ve özgürlük kavramı örneği). Ben sadece naifçe gözlemlerimi yazdığım için bu konularda akademik bilgi isteyenlerin felsefe kitaplarına başvurmalarını öneririm. Çok farklı ve zengin kavram sınıflamaları olduğunu tahmin edebiliriz.

Benim en önem verdiğim ayırım ise felsefe ile akademik olarak uğraşanlara saç baş yoldurabilir. Akademik çalışmalara saygısızlık etmemek için bunun hayat üzerine öylesine bir sohbet olduğunu tekrarlayayım. Bu ara nottan sonra en önem verdiğim kavram ayırımını söyleyeyim: Olguya dayalı  kavramlar ve dilek kavramlar. Yaşanan (gözlemlenen) bir şeyden kavram üretiriz, ya da yaşanmasını istediğimiz bir şeyden kavram üretiriz. Tabii yaşanmasını istemediğimiz şeyden de kavram üretiriz ama ben bunu da ‘yaşanmamasını istediğimiz’ şeyler diyerek ‘dilek kavram’lara dahil ediyorum.

Dilek kavramlar, kısmen gözlemlerimize de dayanırlar (Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan?) ama mutlaka içlerinde belirgin bir ‘dilek’ de barındırırlar. Örneğin bireysel olarak, ‘Başarı’, ‘Mutluluk’, ‘Özgürlük’, ‘Özgür İrade’ toplumsal olarak ‘Demokrasi’, ‘Özgürlük(gene)’, ‘Evrensel değerler’, ‘Laiklik’, ‘Barış’,'Adalet’, ‘İnsan hakları’ … dilek kavramlardır.

Ben bu sohbette ‘dilek kavramlar’ üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Bunun nedeni, dilek kavramların niteliğini anlamaya çalışmanın bizi hayatı anlamaya biraz yaklaştırdığını düşünmemdir.

********** BAŞARI

Lütfen ‘Halı saha filozofu’ :) olduğumu unutmadan ve yanılma payımın yüksek olduğunu dikkate alarak okumaya devam edin.

Daha önce de bahsettiğim genç lider adayları ile yaptığım sohbette çoğunu en fazla ilgilendiren ‘Başarı’ kavramından ne anladıklarını sordum. Başarıyı herkes farklı algılayabiliyordu. Toplum tarafından kabul görmekten, para kazanmaya, kariyer yapmaktan, topluma faydalı olmaya, istediği gibi bir hayat yaşamaktan, elde ettiği ile yetinmeye ve en uçta mutlu olmaya kadar…

Dilekler – güç yetmediğinden -  evrim geçirdikçe kavramlar da bireysel değişikliklere uğrayabiliyordu.

Oysa benim için bir hayli açık ki, başarı kavramı, toplumun diğer bireyleri için başkalarından daha fazla bir değer ifade etmemiz, bu nedenle de toplumdan daha fazla  yararlanabilmemiz dileğimizle oluşmuştur. Bu dileğin bir alt katmanı daha önceki bir dilek evrim platformu olabilir: Herşeye sahip olma dileği, en iyisine sahip olma dileği, mümkün olan en iyisine sahip olma dileği… Bu konuyu daha detaylı irdeleyeceğim ancak şimdilik girdiğim yoldan ayrılmayayım.

Herkes, her zaman, herkesten daha değerli olamayacağı için başlangıçtaki ‘başarı’ dileğimizin niteliği de bireysel bazda evrim geçirmiş ve farklı başarı kriterleri oluşmuştur. En dramatik değişim, başkasının gözünde başarılı olmaktan, kendimizin gözünde başarılı hissetmeye doğru olmuştur. Bu daha kolay ulaşılabilir bir dilektir:). Başka bir deyişle savunma mekanizmamız  çalışmıştır ama bence kötü de olmamıştır; insanların hayatına göreceli anlamlar katılmıştır. Tartışılmaz tek bir başarı tanımı ve hedefi olsaydı, hayat sanırım daha zor olurdu.

Dileklerin evrimine en uç örnek olarak Stockholm sendromunu verebilirim. Bu sendrom kendilerini kaçıran fidyecilere bağlanan insanlarla ilgilidir. Kaçırılanlar (bazıları), ellerinden başka bir şey gelmediği için bir savunma mekanizması geliştirmekte ve kendilerini kaçıranlara duygusal olarak bağlanabilmektedirler. Başka bir deyişle, özgür olma dileği, fidyeci ile olumlu bir bağ kurma dileğine dönüşebilmektedir. Çok uç bir örnek olduğunu biliyorum ama bazen uç örneklerin anlaşılmayı kolaylaştırdığını da biliyorum. Aklımdan başka uç örnekler de geçiyor ama bazı insanları incitebileceği için kendime saklıyorum, sonunda bu bir tez değil, bir sohbet.

Tabii ki, konunun pratik yönüne değinmeden de olmaz. Lider adayı arkadaşlar “Başkalarının gözünde başarılı olmak mı daha iyi, kendi gözümüzde başarılı olmak mı daha iyi ?” diye sorulması gereken bir soru sordular. Hiç bir şeyin cevabından emin olmadığım gibi bu sorunun cevabını bildiğimden de emin değilim ancak onlara verdiğim örneği bu sohbette de vermek isterim:

Çocukken bir bilmece beni çok düşündürmüştü. Bir tren dağa tırmanırken yolda kalıyor. İlave bir lokomotif getirerek arkadan da itiyorlar. Soru şu: Öndeki lokomotif çekerek vagonlar arası bağlantıları geriyor, arkadaki ise iterek gevşetiyor. Bu durumda trenin hareket edememesi gerekmez mi?

Aslında tabii ki bu tren biri önden çeken biri arkadan iten iki lokomotifle o dağa daha iyi tırmanır. Hayattaki çok şey için de bu örneği verebiliriz. Başarı ‘başkalarının itmesi ve kendimizin çekmesiyle’ daha kolay gelir. Hem başkalarından hem içimizden kuvvet alırsak…İki faktör arasında sürekli bir etkileşim vardır. Zaten tanık olduğumuz bir çok olayda benzer bir ilişkiyi gözlemlemek mümkün. Mutluluk da hem kendimizden hem başkalarından gelir, özgürlük de, – gençlerin en kulak kesilerek dinledikleri – aşk da öyle…

Tren sorusu kafasını kurcalayanlar için cevabı vererek bugünlük bitireyim: Öndeki vagonları öndeki lokomotif çeker, arkadaki vagonları arkadaki lokomotif iter. Böylece her bir lokomotifin harcayacağı güç vagonların yarısına gitmiş olur.

********** DÖRDÜNCÜ İPUCU

Kavramları irdelemek bence bize hayatı biraz daha iyi anlamak çabasında dördüncü ipucunu sunar: Kavramları kavramak, bir okyanusa kıyıdan bakmak gibidir.

Bu ipucunu biraz daha izleyebilmek için, mutluluk kavramı üzerinde biraz beyin jimnastiği yapacağım. Yıllar önce, mutluluğun – herkes için – hayatın amacı olduğunu düşünürdüm. Doğruluğundan – yanlış olarak :) -  emin olduğum bir de tanımım vardı: ‘Mutluluk yaşanılan andan hoşnut olma duygusudur.’

Yemeğe götürdüğümüz bir Amerikalı misafirimiz mutluluk kavramına bakışımı ciddi biçimde sarstı. Ülkesine döndüğünde üniversite öğrenimiyle ilgili bir şey yapmayacağını, özürlü çocukların gelişim ve eğitimiyle ilgileneceğini söylediğinde,

- “Bu çok yıpratıcı bir uğraş, böyle mutlu olacağını düşünüyor musun?” diye sormuştum.

Cevabını aktarırken biraz keskinleştirmiş olabilirim ama şöyle bir şeydi:

- “Bana ne mutluluktan? Onlarla temasım olmasını ve içimin acımasını mutluluğa tercih ediyorum”

Daha sonra konuyu tartıştığımızda zeki olduğu kadar belki de bu nedenle hayata da pratik yaklaşan eşim (Burada gene Komiser Colombo’ya bir gönderme var :) ) :

- “Niye üzerinde duruyorsun ki, onun mutluluk anlayışı da bu” diye kestirip attı. (Cevap hakkı doğabilir diye daha fazla bir şey yazmıyorum:))

Böylece söylemek istediğimi daha iyi anlatabilmeme yardımcı olmuş oldu: Çok büyük olasılıkla, o Amerikalı kadının hayatı ölüme tercih etmesini sağlayan duygu, yaşadığı andan hoşnut olmasını sağlayan duygu, benim ‘mutluluk’ diye hissettiğim duygu değil.

Onun olmadığı gibi, hayatını güç ve iktidar üzerine kurgulamış insanların, şiddetten tatmin olan insanların, hatta en uç noktada, mutsuzluk duygusuna bağlanarak hayatı ölüme tercih eden insanların peşinde oldukları duygu da çoğumuzun ‘mutluluk’ dediği duygu değil.

Çoğumuzun mutluluk dediği duygu, muhtemelen daha ‘risksiz’ bir duygu olması nedeniyle çoğumuzun hedefinde olan duygu.

Duygularını düşüncelerini paylaşmayı seven insanların çoğunlukla seçtiği duygu olduğu için ve öyle insanlar ‘mutluluk duygusunu’ da paylaşmayı sevdikleri (yayılmasını kendileri için de istedikleri) için neredeyse jenerik bir ‘hedef’ haline getirilen bir duygu.

Şiddetten hoşlanan bir insan bu duygusunu neden paylaşsın ve başkalarına da aşılamak istesin ki? En azından kendisinin de hedef olması riskini arttırmış olmaz mı?

Ya da güç peşinde olan bir insan gücü yücelterek ve herkesi güç sahibi olmaya özendirerek neden kendine rakipler yaratsın ki?

Oysa mutluluk bambaşka bir nitelikte… Paylaşılmasında neredeyse bir sakınca yok, yayılmasında da fayda var.

Nereden başladık, nereye geldik. Bir daha yazdığımda, çoğunluğun anladığı anlamdaki mutluluğu bile kavramakta yetersiz kalabildiğimizin üstünde duracağım.

********** MUTLULUK

Yargılarımızın nasıl hep eksik kaldığını, kavramların üzerine gittiğimizde onların bizimle nasıl oynadıklarını aktarabilmek için ‘mutluluk’ üzerinde duracağım.

İnternette yayılan resim ve yazılar içinde hatırladıklarımdan biri mutluluk üzerine olanıdır. Anne baba ve çocuklar aynı yatakta ‘mışıl mışıl’ uyuyorlar. Resmin altında da ‘Mutluluğun resmi’ yazıyor.

Gerçekten mutluluğun resmi gibi. Sobanın yanında kıvrılmış uyuyan bir kedinin resmi de mutluluğun resmi gibi.

Peki, bu resimlerin mutlulukla ilişkilendirilmesinde, üzerinde durmamız gereken bir çelişki yok mu?

Çelişki, mutluluğu kendilerine yakıştırdıklarımızın uyuyor olmasında. Uyuyuş şekillerinden mutlu olduklarını varsayıyoruz ama uyudukları için mutlu olduklarının bilincinde (farkında) değiller. Belki uyumadan bir kaç saniye önceyi ya da uyandıktan bir kaç saniye sonrasını hayal edip bu resme mutluluk yakıştırmasını yapıyoruz.

Belki bilincin kenarında gezinen bir duygu mutluluk.

Bununla ilgili kişisel bir ‘iç gözlemim’ de var:

Bir gün balkonda uyur uyanık bir haldeydim; halimden o kadar hoşnuttum ki hiç ama hiç bir şey yapmak istemiyordum; “Mutluluk hiç bir şeye gereksinim duymama halidir” diye düşündüm. Aynı sobanın yanına kıvrılmış kedinin mutluluğu!

Sonra bir maçın kazanılmasının, yani bir gereksinimin karşılanmasının da mutluluğun bir başka çeşidini sunduğu geldi aklıma… Orada da durmadı düşüncelerim, bir insana sırılsıklam aşık olmanın insanın ne kadar mutlu ettiğini düşündüm.

Demek ki yalnızca gereksinimin olmaması (kedi:)) ya da gereksinimin karşılanması (galibiyet) değil, gereksinimin kendisi (aşk) bile mutluluk verebiliyordu.

Daha uç noktalar tarandığında başka eksikler de bulunabilir. Örneğin gereksinimin aranması, olmayan bir gereksinimin oluşturulup karşılanması, farkında olmadığımız bir gereksinimin karşılanması hatta gereksinimin olup olmamasından bağımsız mutluluklar…

Amacım derin bir analiz yapmak değil; kavramlar içindeki yolculukların insanı ne kadar yorabileceğini göstermek.

… ve buradan yola çıkarak doğru kabul ettiğimiz şeyleri belli bir çerçeve içinde doğru kabul ettiğimizi, yani beşinci ipucunu irdelemek…

********** BEŞİNCİ İPUCUNA HAZIRLIK İÇİN BAZI ‘KISSALAR’

Beni bebekken kundaklamışlar.

Biz ise, kundağın da, sırt üstü yatırmanın da tehlikeli olduğu söylendiği için, doktorların tavsiyesine göre çocuklarımızı doğumlarından sonraki ilk aylarda yüz üstü yatırdık.

Bunun da tehlikeli olduğu yapılan araştırmalarla kanıtlanmış. Bu nedenle bir aralık bebeklerin yan yatırıldığını duydum.

Sonra da başlarının yana çevrilmesi şartıyla sırt üstü yatmaları gerektiği söylendi. (Sıralamayı yanlış hatırlıyor olabilirim, henüz torun olmadığı için son doğru kabul edilen uygulamayı bilmiyorum, bebek bekliyorsanız lütfen doktorunuza danışınız :) )

Bir iki yıl önce de Amerika’daki bir arkadaşım kendilerini emniyette hissedip ağlamamaları için bebeklerin günün bazı zamanlarında yarım kundaklanmasının tavsiye edildiğini yazmıştı. Sanki kısmen de olsa başa dönülmüş gibi.

‘Kıssadan hisse ne?’ dersek;

- Doğruyu bulmak kolay iş değil.

- En basit gözüken bir sorunun çözümü için bile kesin bir doğru olmayabilir.

- Bir uygulama insanı tatmin etmezse, onun alternatifinin doğru olacağının da garantisi yok. (…ki bu yanılgıya çok sık düşeriz)

Bir espri yapıp ‘Doğru zaman içinde değişir’ de diyebilirdim ama belli ki bu yargı, çoğu durum için aslında doğru da olsa ‘Bebek yatışları kıssasından çıkarılacak hisseler arasında değil’.

‘Doğru da olsa’ sözü bir zamanlar beni düşündürmüş olan bir cümleyi aklıma getirdi: “‘Doğru yoktur’ diyenler de aslında doğru bildikleri bir şeyi söylüyorlar, demek ki onlara göre bile doğru vardır”

Kelimelere ve cümlelere taşıyabileceklerinden ağır yükler taşıtmanın sonucu bu cümle (bence). ‘Doğru yoktur’ diyenin aslında söylediği cümle şudur:  ‘Doğru koşullara göre değişir’.

Gördüğünüz gibi kavramlar bizi nasıl parmaklarının ucunda oynatıyorlar :)

Koşullara göre değişen doğru konusunda da şöyle bir anım var:

Üniversitede lisansüstü çalışmalarım sırasında bir okulda kimya öğretmenliği yapıyordum. ‘Boyle’ kanununu öğretirken şu şaşırtmacayı yapmadan duramazdım: “Hacım ve basınç ters orantılıdır. Örneğin silindir içindeki pistonu ileri ittiğimizde içindeki hava sıkışacağı için basınç artar, pistonu geri çektiğimizde içindeki hava genişleyeceği için basınç düşer. Buna göre eğer bir balon şişiriyorsak, hacmı arttığına göre basıncı ne olur?”

Sınıftan koro halinde “Düşer” diye bir cevap yükselirdi. Oysa bu kanun içerideki havanın aynı miktarda kaldığı durumlarda geçerlidir, balonu şişirirken içerideki havayı da arttırdığımız için artık aynı akıl yürütmeyi yapamayız.

Aritmetikte 2 + 2 = 4; artık bunu da mı ‘Hangi koşullar altında?’ diyerek sorgulayacağız diye düşünenlere de kuantum mekaniğine bir göz atmalarını önerebilirim. Minik parçacıklar dünyasında, tek bir elektronun aynı anda bir çok yerde olabildiği koşullarda ben en basit bir toplama işleminin doğruluğundan bile kuşkulanırım doğrusu :)

Bu bölümde bir arpa boyu yol alamadığımın farkındayım, bu nedenle iki arpa boyu hedefleyerek de olsa aynı konuya devam edeceğim.

********** DOĞRU

Hayat üzerine bir sohbet yaptığımı unutmadan devam etmeye çalışıyorum.

Doğruyu neden göreceli gördüğümü anlatmak üzere uç bir örnek vereceğim. Ölçerek “Şu masanın eni bir metre” dediğimizde ne kadar kendimizden eminizdir. Sanki ‘bir metre’ evrensel bir gerçekmiş gibi. İlkokulda bir metrenin Fransa’da bir yerlerde saklanan demir bir çubukla tanımlandığını öğrendiğimde ne şaşırmıştım. Bir metre bir metredir işte, ne diye bunu geçerli kılmak için demir bir çubuk saklıyorlar ki :)

Bir çok şey yaptığımız tanıma uyduğu için doğrudur. Ancak uç örnek vereceğim dediğim için şunu da eklemek lazım; ışık hızına yaklaşarak seyahat ederseniz bir metrelik o çubuğun boyu kısalır. Bana inanmıyorsanız Einstein’a inanın :) . Yani tanımladığımız bir şeyin o tanıma uygunluğu nedeniyle doğruluğundan bile bazı şartlarda emin olamıyoruz.

Doğrunun ne olduğunu bir başka açıdan irdelersek dileklere dönmem lazım. Hatırlayacaksınız, oldukça önemseyerek dileklerden söz etmiştim. Bir kavram söz konusu olduğunda derhal “Bunun içindeki ‘dilek’ bileşeni ne?” diye sorgularım. Doğru konusundaki dilek bileşeni bana göre ‘İşe yaraması’dır. Doğru dediğimiz çoğu şeyde ortak nokta işimize yaramasıdır. Soru: “Bu davranış, bu cümle niye doğru?” Olası bir cevap: “İşe yaradığı ya da yarayacağı için” (Bir çok insan da bir çok doğruyu sorgulanmayacak bir alanda kabul eder, sorgulanmayacak doğruları olan insanlara saygım var, doğrularını başkalarına dayatmadıkça kendilerini toplumun temel taşları kabul ederim ama bu sohbetin amacı ‘sorgulamak’ olduğu için bu alanlar mecburen dışarıda kalıyor.)

İşe yaramak konusunda devam edersek, tabii ki, hemen akla, işimize yaramadığı halde doğru kabul ettiğimiz davranışlar gelebilir. Örneğin yaşlı bir insana karşıdan karşıya geçerken yardım etmek gibi. İleride daha detaylı irdeleyeceğim ama ‘işimize yaramak’ derken hem birey olarak hem toplum olarak işimize yaramaktan söz ediyorum. Bu nedenle yaşlı bir insana caddeyi geçirmek de ‘toplumun işine yarayan’ bir doğru davranıştır, toplumdan yansıyarak bizim de işimize yarar.

Bilimde modelleme diye bir şey olduğunu bilenleriniz vardır, bir konuyu daha basite indirgeyip anlayabilmek için kullanılır. Örneğin alyuvarların akışını alyuvarları küre şeklinde kabul edip modeller ve bundan sonuçlar çıkarırsınız. Alyuvarların küre şeklinde olmadığını bilirsiniz ama küre şeklinde kabul ederseniz matematik size daha fazla yardımcı olur. Ben de toplumların doğruları ‘yönetişi’ ile ilgili bir hayali model oluşturmaya çalıştım ve hemen aşağıda anlatacağım. Eksik ve yanlışlarından çok, bir mekanizmayı açıklama çabasına odaklanmanızı dilerim:

Kritik cümle şu:

Başkalarını bizim yararımıza davranışlarda bulunmaya yönlendirmek rasyoneldir. Bu yönlendirmeyi yapabilmek için rasyonel olmayan şeyler yapabilmek de rasyoneldir.(Burada ‘doğru’ ve ‘rasyonel’ kelimeleri birbirine karıştı ama ‘aklın gereği’ olarak tanımlamaya çalıştığım ‘rasyonel’ kelimesi modellemeye daha fazla yakıştı, aradaki ilintiyi bu aşamada okurlara bırakıyorum, daha ileride bu ilintiyi ben de kurmaya çalışacağım)

Rasyonelin rasyonel olmayanla rasyonellik hatırına iç içe geçebileceğini söylediğimde, bir noktada dengelenemeyen sürekli bir etkileşim sezişimden yola çıkıyorum ve bu cümlenin aynı zamanda sonsuz bir etkileşimin sezgisini sizlere de sunduğunu umuyorum.

Bu konudaki basit modellemem de şöyle:

Bir adada az sayıda insandan oluşan hayali bir topluluk düşünelim. Bu adada ‘X’ adındaki bir sebze, ekmeseniz dahi her tarafta çok fazla yetişiyor. Çevredeki adalara X sebzesini özendirerek satmak için o adadakiler bu sebzeyi olduğundan lezzetli kabul edip, normalde yiyeceklerinden daha fazla yiyorlar. Bir kaç nesil sonra bu abartılı tüketimin nedeni unutuluyor ve dahası X sebzesi çoğu adalıda alışkanlık yapıyor. Bir sonraki nesil bir önceki nesilden o sebzenin değerini öğreniyor.  Adalılar, X sebzesi ile başlangıçta olmayan duygusal bağlar da geliştiriyorlar. Bir süre sonra bazıları rasyonellikten fazla sapıldığını, duyguların olması gerekenden daha fazla kullanıldığını, bu durumdan bazı insanların diğerlerinin aleyhine maddi çıkar sağladığını fark edip tepki gösteriyorlar. Onlara göre X sebzesi o kadar da lezzetli değil, ada ekonomisinin o sebzeye o kadar da bağımlı olması gerekmez, bazılarının bu sebze üzerinden maddi çıkar sağlaması da adil değil. Hele o sırada ada halkı balıkçılığa da başlamış ise. Bu sürecin devamı da kesinlikle var; bir süre sonra rüzgar gene X sebzesinden yana esebilecektir.

Özetle; topluluk yararına bir yönlendirmeyi yapabilmek için rasyonel olmayan şeylerin yapılması da rasyonel olabilir ama nesiller, uzun zaman ve çok sayıda insan söz konusu olduğunda bir noktadan sonra ölçü kaçar ve böyle çok değişkenli bir oyunda bireyin ve topluluğun maksimum çıkarını elde edip orada demirlemek mümkün değildir. Yeni koşulların da dahil olmasıyla etkileşimler yeni denge noktalarına göre devinir, yeni denge noktasına yaklaştığında bir sonraki – gene ulaşılamayacak -  denge noktasına doğru devinim de başlayacaktır.

Açıkçası tam ‘Dinleyen söyleyenden arif gerek’ cümlesinin söylenmesinin gerekli olduğu bir bölüm oldu. Umarım bu sayfayı hala okumaya devam eden son bir iki kişiyi de soğutacak kadar anlaşılmaz şeyler yazmamışımdır. :)

*********** BEŞİNCİ İPUCU

‘Doğru’nun ne olduğunu irdelemekten ziyade doğruyu nasıl aradığımızı düşündüğümü anlatacağım. Bence bu arayışın mekanizması, en az doğru’nun ne olduğu kadar önemli.

İki birbirine karşıt, bizim de bir şekilde uzlaştırmaya çalıştığımız dileğimizden kaynaklanır doğru. Çıkarlarımızı maksimize etmeye (mümkün olan en fazlasını elde etmeye) çalışırız, aynı zamanda da çıkarlarımıza kaynak yaratan toplumu ayakta tutmaya çalışırız.

Bu cümlelere aklıma gelen ilk destek atasözlerinden. Atasözlerinden bazıları arasındaki çelişkiler herkesi şaşırtır. Biri ‘Ak’ derken diğeri ‘kara’ der. Atasözleri toplumun kollektif birikimini  ve de aklını yansıtırlar. Çelişen sözlerden biri toplumu kollar, diğeri ise bireyi uyarır. İki ayrı atasözü, iki karşıt öğüt ile adeta bu dengeyi tutturmaya çalışır.

Bir başka çağrışım ise  ‘Altın Yumurtlayan Tavuk’ masalından. Masalda sahibi tavuğu  besledikçe her gün bir altın yumurta yumurtlar. Sahibi hırsına yenilerek içindeki bütün yumurtaları hemen almak için tavuğu kestiğinde içinde bir şey bulamaz. Artık elinde ne tavuk vardır, ne de her gün birer birer elde ettiği altın yumurtalar…

Burada altın yumurtlayan tavuk ‘toplum’ oluyor; teşbihte hata olmaz derler, umarım öyledir :)

Doğruyu aradığımızda genelde kafamızdaki belli çerçevelerin içinde olup olmadığına bakarız. Hatta, davranışlarımızı, cümlelerimizi, kararlarımızı bu çerçevelerin içinden çıkarırız. Bir nevi ‘tümden gelim’.

Bu çerçeveler, atasözleri gibi toplumun birikiminin üzerimizdeki izdüşümleridir, genellikle hem çıkarımızı hem de toplumu (altın yumurtlayan tavuk :) ) gözetirler.

Bu çerçevelere uyan davranış, karar, yaklaşım, düşünce, yargı vs’yi  ‘doğru’ olarak tanımlama eğilimindeyiz. Bu noktada tartışmaya çok açık bir kanaatimi söyleyeceğim: Çerçevemizin içinden çıkardıklarımıza ‘doğru’ deriz ama aslında ‘doğru’yu aramakta işimizi kolaylaştırsın diye o çerçeveyi biz oluştururuz. Çerçeveler insanlar arasında farklı bir dağılım da gösterir, kiminde daha fazla kendi çıkarına, kiminde daha fazla toplumu ayakta tutmaya meyleder.Toplumla pek ilgisi olmayan bir kararsa – örneğin hangi mesleği seçeceğimiz – o takdirde çıkarımız çok ön plana gelir ve kişisel çıkar söz konusu olduğunda ‘öngörü’ de en az ‘çerçeve’ kadar önem kazanır.

Ne olursa olsun, benim görüşüme göre içinden ‘doğru’ları çekip çıkardığımız çerçeveler pragmatik bir nedenle içimize yerleşmişlerdir ve bu nedenle bazen yavaş, bazen hızlı değişime uğrayabilirler. Koşullar değişirse değişebilirler. (Çevre, zaman, ittifaklar vs’yi koşullar içine katıyorum), kendimiz değişirsek veya değiştirilirsek de değişebilirler, öngörüler değişirse de değişebilirler.

Basit bir iki örnek vermeye çalışayım: ‘Doğru olan canlılara iyi davranmaktır’ çerçevesine sahip biri sivrisineklerle ilişkisinde bu çerçevesinin zannettiği kadar kapsayıcı olmadığını fark eder. Yeni bir şirket kurulurken şirket içi bürokrasisinin ödünsüz uygulanması doğru olabilir ama şirket ve çalışanlar tecrübe kazandıkça aynı bürokrasiye yapışıp kalmak artık faydadan çok zarar getirdiği için yanlışa döner. Newton kanunları ışık hızına yaklaşan cisimler için pratik doğru sonuçlar bile vermezler. Einstein kuramları da mikro parçacıkların dünyasında çaresiz kalır. En merhametli işveren bile, ekonomik kriz öngörüyorsa işçi çıkarmayı düşünür.

Bu noktada şu cümlenin karşıma çıkması kaçınılmaz: “Tamam, anladık ama bundan şu anlaşılıyor; ‘Doğru değişir’ desen de, eğer koşullar iyi tanımlanmışsa, o koşullar var oldukça  ‘değişmeyen’ bir ‘doğru’ vardır ve onu bulabiliriz”

Bir sonraki bölümde bu cümleyle önüme yığılan pirincin taşını ayıklayabildiğim kadar ayıklayacağım :)

********** BU KONUYU DAHA FAZLA UZATMADAN 6. İPUCU

Bir önceki bölümdeki son soruya yarı doğru, yarı demagojik bir cevap vererek yola devam: ” Koşullar değişmedikçe değişmeyen bir ‘doğru’ – teorik de olsa – vardır ama çok önemli bir koşulla: Referansımızı da mutlaka belirtmemiz gerekir. Kimin için ya da hangi toplum için, hangi ‘an’da ve hangi hedef için?”

Bu konuyu daha sonra başka bir açıdan ele alacağım ama şimdi hayatı anlama çabamda yakaladığımı sandığım 6. ipucunu aktarmanın zamanı:

6. ipucu: ‘Duygularımızı davranışlarımızla değiştiririz.’

Bu ipucunu daha iyi anlatabilmek için evcil hayvanlardan örnek verebilirim. Bugün evcil hayvanların insanlara, büyük bir sevgiyle bağlanabildiğini biliyoruz. Binlerce yıl önce böyle bir sevgi ilişkisi söz konusu değildi ama nesiller boyu süren çıkar ilişkileri, evcil hayvanların duygularını değiştirmesine ve insanlara kuvvetli sevgi duyar hale gelmesine neden oldu. Yani, hayvanlar sözkonusu olduğunda bile nesillerden nesillere duygular değişebiliyor.

Bence insanlar da, hem güç çekişmesinin zararlarını, hem dayanışmanın faydalarını gördükleri için – farkında olmaksızın – tarih boyunca duygularını değiştirdiler. Bu değişimin sonucunda, insanların yaşamaktan aldığı – ortalama – hazzın, zaman zaman, yer yer  geri dönüşler olsa da, zaman içinde yukarı doğru giden bir grafik oluşturduğuna inanıyorum.(Tabii ki tartışmaya açık :) )

********** DUYGULAR

Bundan önceki bölümde davranışların duyguları değiştirdiğini yazmıştım. Davranışları esas itibarı ile nelerin değiştirdiği ise bence oldukça belli: ‘Çıkarlar’. Evcil hayvanların insanlara karşı duygularında yüzyıllar içinde oluşan değişime ve daha önce örnek olarak verdiğim ‘X sebzesine adalıların bakış açısındaki değişime’ baktığınızda ne kastettiğimi anlayabilirsiniz.

İnsanların hem çıkarlarını maksimize etme, hem de toplumu ayakta tutma ikilemi ile yaşadıklarını düşündüğümü de daha önce yazmıştım. Bu cümlenin duygularla ilintisi ise hem ilginç, hem karmaşık. (Benim gençlik yıllarımdaki saçım gibi :) )

Yapmak istediği bir şeyden, hem kavganın vereceği zarardan kaçmak için, hem de toplumu ayakta tutabilmek için vazgeçen (daha uygun bir ortama erteleyen) bir kişi duygularını da bu yönde değiştiriyor. Adeta bu ertelemenin oluşturduğu ‘nahoş’ duyguyu da, ‘hoşnut olduğu’ bir başka duyguya dönüştürüyor. Yazdıklarım okunuyor olsaydı :) çok tartışılacak bir örnek vereyim: Aşk !

İstenilen kadın ya da erkeği derhal elde edememenin yüzyıllar içinde ‘salt arzu’dan bir başka duyguya dönüşmesi olamaz mı aşk?

Bence işin duygularla ilgili bir başka ilginç yanı, insanların birbirlerine baka baka karşılıklı etkileşimle duygularını değiştirebilmesidir. Bunda çok muhtemelen duygularımızı başkalarının duyguları için gösterge olarak alışımız rol oynamıştır. Bizim duygularımız değişsin ki, karşımızdakinin de duyguları değişsin. Ben madem onun duygularından etkileniyorum, o da benim duygularımdan etkilensin. Ben kendimi daha ‘barışçı’ hissedeyim ki, başkaları da hissetsin. Böylece daha ‘ayakta kalan’ bir topluluk oluşsun.

Bir arkadaşım son zamanlarda keşfedilen ‘ayna geni’nden söz etmişti. Detayını bilmiyorum ama insanların çok çabuk taklid edebilme yeteneğini açıklayabilen böyle bir gen gerçekten varsa, sadece mekanik taklitleri değil duygu taklidini de açıklıyor olabilir.

“Duygular nedir?” sorusunu derinlemesine irdelemek beni aşar. Ancak basit gözlemimi aktarabilirim: Duygular o anki dışımızla ve kendimizle hoşnutluk durumumuzu gösterir. Hoşnutluğumuz yeterli değilse arttırmak, hoşnutsuzluk varsa, o hoşnutsuzluğu ortadan kaldırmak için harekete geçeriz. Korkuyorsak kaçarız.Aşıksak peşinden gideriz. Soğuk hissediyorsak örtünürüz.

Bu nedenlerledir ki, duygularımız diğer insanlar tarafından yönlendirilirler. Duygularımızın başkaları tarafından nasıl sürekli olarak yönetilmeye çalışıldığının farkında olmak, hayata dair farkındalığın önemli adımlarındandır bence. Uzağa gitmeden, işyerinde patronunuzla ilişkinize ya da evinizde eşiniz veya çocuklarınızla ilişkinize bakarsanız umarım bu cümleyi niye yazdığımı anlarsınız.

Bu konuda bana göre en önemli tespitim ise bilinç ve duygular arasındaki ilişki. İlk bakışta bilinç ve duygular arasında ilişki yok gibi gözükür. Oysa bana göre bilincin ve duyguların çakıştığı yer, ‘duygularımızı öngörüşümüzdür’. Bana bir konuda en akıllı çözümün ne olduğunu soran bir arkadaşa şu cevabı vermiştim: “Akıllı çözüm yoktur, hep duygularımızla karar veririz, ya kısa vade duygularımızla, ya tüm vade duygularımızla”. Benim kulağıma da abartılı geliyor :) ama bence doğruluk payı abartısından daha ön planda…

Küçükken oğlum beni çok kızdırdığı için kulağını çekmeyi ‘istemiştim’. Kulağını çeksem o an için rahatlayacaktım ama daha sonra üzülecektim. Hatta çok sonraları bile “Ben çocuklarıma bir fiske bile vurmadım” diyemeyeceğim için üzülecektim. Tüm vade duygularım kısa vade duygularıma galebe çaldı ve oğlumun kulağı kurtuldu :)

Bir örnek de evliliklerden vereyim. İş hayatındayken öğlen saatlerinde bazı arkadaşlarla hararetli tartışmalarımız olurdu. Bir arkadaşımızın keskin bir biçimde şunu savunduğunu hatırlıyorum: “Bir erkek, karısına aşıksa bile, onu aldatmamasının tek nedeni yakalanma korkusudur”. Tek neden yakalanma korkusu değil bence. Buradaki seçim, ‘Tüm vade’ duygu öngörüsüne mükemmel bir örnek: Korku, yakalanırsa o günün sonrasında duygularındaki değişmeler ama en önemlisi, yakalanmasa dahi duygularındaki – istemediği – değişmeler.

********** YEDİNCİ İPUCU

Duygulara tekrar döneriz. Hayatımızdaki en yaygın özgürlük kısıtlayıcısının çevremizdekilerin duygusal yaptırımları olduğunu özgürlükten konuştuğumuz zaman, insanların duyguları ile nesnel bakışları ve çıkarları arasındaki ilişkiyi de toplumu irdelediğim zaman anlatacağım. Şimdi sıra yedinci ipucunda:

‘İnsan istatistiksel bir varlıktır’

Bu sözü(mü?) seviyorum. Eksiklerine hatta belki yanlışlarına rağmen seviyorum. Bu sözün yaygın biçimde ‘özgür irade’ olarak adlandırdığımız olguyu daha iyi tanımladığını da düşünüyorum.

Önce fiziksel bir örnek vereyim: Yüz kişinin bulunduğu bir parkta, güneş buluta girerse, on kişi parktan ayrılır. Yağmur çiselerse doksan kişi ayrılır. Hava kararmaya başlarsa doksan sekiz kişi ayrılır.Kendileriyle tek tek konuşsanız da hava kararmaya başladığında gideceklerini anlarsınız, konuşmasanız da çoğunun gideceğini bilirsiniz.

Bir ilköğretim sınıfında öğretmen derste konuşanlara ses çıkarmazsa yirmi öğrenci konuşur, azarlarsa on öğrenci konuşur, kulak çekerse üç öğrenci konuşur, dayak atarsa bir öğrenci konuşur.

Dış etkilere – yaygın rastlanan sınırlar içinde – herkes aynı tepkileri vermez ancak aşağı yukarı tahmin edilebilecek bir dağılımla tepki veririz. Genellikle çoğunluk benzer tepkileri verir, ama uçlarda da temsil vardır.

Toplumla ilişkimize baktığımda ağırlıklı bir çoğunluğun toplumun ayakta kalması yönünde tavır aldığını görürüz. Küçük bir azınlık, toplum için – diğer bireyler için – kendini bile fedaya hazırdır, öbür uçtaki bir diğer azınlık ise hiç bir katkı yapmadan toplumun sırtından geçinmeyi doğal karşılar. Ağırlıklı çoğunluk için adalet önemlidir, ‘doğru’ toplum yararına olandır. Bu kişiler bilinçli ya da bilinçsiz toplumun ayakta kalmasından kendilerini sorumlu görür ve toplumla ilişkilerinden de hoşnutturlar. Ne kadar çok insan toplumla ilişkisinden hoşnutsa o toplum o kadar ‘ayakta kalan’ bir toplum olur.

Köprü örneği umarım daha belirgin bir resim verecektir. Köprülerin en zayıf noktası ortalarıdır. Toplumu öyle bir köprü olarak düşünün ki, en kuvvetliler ortasından destek oluyor, daha zayıflar yanlara doğru destek oluyor. Uçlara doğru bazıları ne destek oluyor ne köstek oluyor. Daha uca doğru köprünün üzerine çıkıp duranlar var. En uçtaki bazıları ise köprünün üzerinde tepiniyorlar – ki en ortada daha kalabalık olarak tepinseler köprü çökerdi.

********** ANLATMASI EN ZOR İPUCU

Bir süredir yazamadım. Bunun nedeni, bu aşamada yazmayı düşündüğüm ipucunu her yönüyle irdelemeye gücümün yetmemesidir. Bu zorluk nedeniyle ya bu ipucunu atlayacaktım, ya da ‘Dinleyen söyleyenden arif gerek’ diye bir şeyler karalayıp devam edecektim, ikinciyi seçtim.

Sekizinci ipucu etkileşim ve amaç arasındaki adeta ‘sırsal’ ve kiminin sorgulamadan kabul ettiği, kiminin reddettiği, kiminin sorgulayıp durduğu ilişki.

Yaşadığımız her şey bir etkileşimin sonucu. Atomlar proton ve elektronun etkileşimi sonucu oluşmuşlar. Maddeler arasındaki etkileşim nedeniyle dünya üzerinde durabiliyoruz.Nöronlarımızla uyarılar arasındaki etkileşimle çevremizi algılıyoruz.

O kadar sıklıkla ‘Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan?’ sözünü kullanıyorum ki, belki de aklımızı en fazla zorlayan etkileşim sorusunun bu olduğunu düşünebilirim. Bu soru, zaman bağlantılı etkileşimi işaret ediyor ama hepsini kapsamıyor, gene de çağrışımla da olsa önemli bir kapsayıcılığı var.

Bu sorunun daha da düşündürücü soruluşu şu olabilir: ‘Tavuk mu yumurtanın amacıdır, yumurta mı tavuğun amacıdır?”

Ya da,belki de insanoğlunun sorup sorabileceği en rahatsız edici sorulardan biri: “Bugün hayatta olan canlıların genleri ‘böyle’ oldukları için mi bugüne geldiler, ‘böyle’ olan genler mi bugüne geldiler?”

Bu iki soruyu ‘oluşturabilmek’ bile zor, hatta iki soru arasında bir fark olup olmadığına karar vermek bile zor.

Madem öyle düşünüyorum, bir başka açıya geçeyim:

Rüzgar – kaya etkileşimi ile kaya dağdan aşağı yuvarlanır ama bunda bir ‘amaç’ aramayız. Kaya başka bir yere yerleşmek için düşmez.

Oysa sperm – yumurta etkileşimi ile embriyo oluşur ve bunun bir bebek oluşturmak ‘için’ olduğunu ‘biliriz’.

İlk bakışta canlılar ve cansızlar dünyasındaki etkileşimleri ‘için‘ kelimesi kullanarak ve kullanmayarak birbirlerinden ayırırız gibi geliyor. Oysa cansız da olsalar, atomların dünyasına gittiğimizde ‘için’ kelimesi gene karşımıza çıkar: “Hidrojen ve oksijen atomları son yörüngelerindeki elektron sayısını sekize tamamlamak için bir araya gelip su molekülünü oluştururlar”.

Bu konuya ‘Matruşka evren’ bölümünde tekrar değineceğim. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim, sanki mikro parçacıklar (atom ve atom altı parçacıklar) dünyası ile canlıların dünyası  daha bir örtüşüyor, etrafımızdaki cansızların makro dünyası daha bir farklı kalıyor. Elektron ve insan benzerliği, kaya ve insan benzerliğinden kat kat fazla…

Biraz daha kolay irdelenebilecek zaman ve insan bağlantılı etkileşime gelirsek… Karşıtlardan sentez çıkabilir; çok naif bir akıl yürütüşle sol ve sağ siyasetin çatışmasından sosyal demokrasi çıkması gibi. Benzerler birbirini etkileyerek güçlendirebilir; sevilmenin sevmeyi, sevmenin sevilmeyi tetiklemesi gibi.

Bu konuda bir bütünlük oluşturamadan çok fazla şey söyleyebilirim ama çok fazla dağılmak okura saygısızlık olur. Bu nedenle toplumların çok fazla faktör altında nasıl ‘etkileştiklerini’ anlattığım ‘tramola’ modeli ile ilgili yazımla konuyu şimdilik kapatıyorum. Kullandığım ‘tramola’ benzetmesini seviyorum, önemli olduğunu düşünüyorum, patentini almak bir anlam ifade etseydi alırdım :)

Tramola

Ufukta gitmek istediğimiz bir ada var. Rüzgar karşıdan esiyor.

Yelkenciler bu durumda o ‘ada’ya doğrudan gidilemeyeceğini bilirler.

Zigzag çizmek gerekir. Önce biraz sağa, sonra biraz sola, sonra gene sağa…

Bildiğim kadarı ile buna tramola atmak deniyor. Yelkeni bir o yana atarsınız bir süre sonra öbür yana…Tekne bir o yana yatar bir bu yana…

Ada ve yelkenli örneğini kullanarak toplumların devinimini az çok anlatan bir resim çizmek mümkün.

Gideceğimiz ada hayalimizdeki ideal toplum. Tabii ki her insan aynı ideal toplum rüyasını görmez. Bu rüya yalnız insandan insana değil, toplumdan topluma, zamandan zamana da değişir.

Gene de ideal toplumu, bireylerinin rüyalarının ağırlıklı karmasıyla şekillenen belli belirsiz bir ada olarak, üstelik yaklaştıkça yerinin değişeceğini de bilerek ufka konduruyorum.

Her bireyin ama az ama çok o adanın yerini belirlemeye ve adaya varmak için atılacak tramolaların nasıl ve ne zaman atılacağına katkısı var. Ancak tabii ki  bazı insanların çok daha fazla var.

Hayallerindeki ada ‘barış, özgürlük ve ‘evrensel değerler’ bölgesinde olan ve de tramolaları gecikmeden atacak birikim ve akla sahip toplumlar şanslılar…

********** DOKUZUNCU İPUCU

Binlerce yıl sonra dünyamıza gelecek uzaylılar, tekerleğin yüzyıllar içindeki değişimine bakıp ‘Rastlantısal bir evrim’ diyebilirler. Öyle ya, önceleri eğri büğrü yuvarlak tahta bir parça. Daha sonra şekli düzeliyor, daha da sonra etrafı lastikle kaplanıyor, üstelik önce iki hücreli (bisiklet) sonra dört hücreli bir organizmaya dönüşüyor !

Oysa  biz – tekerleği bizzat geliştirenler olarak tam yetkiyle :) – tekerleğin evriminin yaratıcı bir zekanın ürünü olduğunu, ‘rastlantısal olmadığını’ biliyoruz. Bu benzerlikten hareketle canlıların evriminin de rastlantısal olmadığını düşünmek hakkımız.

Bu düşüncedeki bir nüans, bana göre hayat üzerine düşünmek için dokuzuncu ipucumuz.

Her ne kadar insan zekası bugün yarış arabalarının son derece esnek ve dayanıklı lastiklerini tasarladıysa da, işin başlangıcında böyle bir plan yoktu. Biri bir gün yuvarlanan bir odun gördü ve her şey öyle başladı.

Rastlantısal olmakla başta böyle bir plan olmaması asla eşdeğer önermeler değil.

En büyük karmaşa sanki bu iki önermeyi eşdeğer kabul etmemizden kaynaklanıyor.

Yuvarlanan bir odundan tekerleğe geçmek rastlantısal değildi ama  bir yarış otomobilinin 300 km hız yapmasını sağlayacak planın ilk adımı da değildi.

Yani yarış arabasının tasarımı aslında binlerce yıl önce insan zekasının bir gereksinimi karşılama isteği ile başladı: İnsan yuvarlanabilen bir odunun onun işlerini kolaylaştıracağını ‘öngördü’. Hidrojen atomu için elektronlarını tamamlama dürtüsü neyse, onun için de aynı işi yaparken daha az yorulma dürtüsü aynıydı.

Sonunda atomdan da minik parçacıkların (parçacık deyişim lafın gelişi, enerji telcikleri diyelim ya da her neyse…)  gereksinimleri evrenimizi oluşturdu, insanoğlunun gereksinimlerinin yuvarlanan bir odundan başlayarak sonunda yarış arabasını oluşturması gibi.

Buraya kadar tamam. Ancak bu noktada iş çetrefilleşiyor, çünkü artık bir otomobilin imalatı için sıfırdan başlayarak plan yapan bir ‘zeka’  var. Tekrar vurguluyorum: İlk insanlar bir otomobil planı yapmadan gereksinimlerinin peşinden gittiler ancak bugün bir otomobil bir plana göre yapılıyor.

Aslında o otomobil planında binlerce yılın birikimi var. O planı yapan kişi geçmişte yaşamış binlerce kişinin katkısının toplamına minik bir katkı daha yapıyor.

Bu noktanın ötesinde benim düşüncelerim ifade edilme konusunda ‘çaresizleşiyor’…

********** ONUNCU İPUCU – İKİLEMLER

Tek bir cümleye indirgemek zorunda kalsaydım yaşamı, ilk aklıma gelen cümle ‘ikilemleri yönetme süreci’ olurdu.Gene çok eksik kalırdı ama düşündükçe daha fazla aklıma yatıyor ki, yaşam her şeyden önce ikilemleri yönetme sürecidir. Bunu ilk başta değil de şimdi yazışımın garip bir nedeni var: Çok yıllar önce vardığım bir sonuçtu bu ve insan çok yıllar önce vardığı sonucun bu kadar baskın olmasını istemiyor, aradan geçen yıllarda daha önemli bir şeyler bulabilmiş olmayı diliyor.

Yeri gelmişken ikilemleri yönetmeyle ilgili bir gözlemimi de ekleyeyim: İkilemleri ya tek uçta yaşarız, ya ortasını buluruz, ya da iki uç arasında salınım yaparız. Ben zaman zaman iki uç arasında salınım yapmanın yaşamdan hoşnutluk grafiğimize olumlu etki yapacağını düşünüyorum, böyle bir seçeneğimiz olduğunu hep göz önünde bulundurmaya çalışırım.

“Şu havalı cümleleri bırak da bize seçim yapmakla ikilemleri yönetmek arasındaki farkı – kolaysa :) – anlat” diyenlere espriyle karışık cevabım da şöyle: “Seçimleri yaparsın biter, ikilemlerle yaşarsın”

Gene de ‘ikilemleri yönetme süreci’ tanımı üzerinde durmam gerektiğini düşünüyorum. (Eksik mutlaka kalacak, sanırım artık bunu ne kadar doğal kabul ettiğimin farkındasınız, bu konuda ‘önyargılıyım’ dahi denebilir.)

Birini gerçekleştirme sürecinin diğerinin gerçekleşmesine zarar verdiği dilek çiftlerini beraberce yönetebilme” desek… Örneğin;

Risk alalım dileği – Sorun çıkmasın dileği

İşi sahiplensin dileği – Her şey kontrolüm altında olsun dileği

Seveyim dileği – İncinmeyeyim dileği

Sadık olayım dileği – Gönlümü eğlendireyim dileği

Çocuklarım özgür birey olsunlar dileği – Benim istediğim kişi olsunlar dileği

Yıpranmayayım dileği – Öğreneyim ve gelişeyim dileği

Anlamsız şeyler yaşamayayım dileği – Neyin anlamlı olduğunu bileyim dileği

İstediğim şeyler olsun dileği – İstediğim her şeye sahip olacak gücüm olsun dileği

Hayatımı başkaları da zenginleştirsin dileği – Başkaları beni yönlendirmesin dileği

Bağımız kuvvetli olsun dileği – Hiç çekişmemiz olmasın dileği

İnsanlara yakın olayım dileği – Üzülmeyeyim dileği

Konforum olsun dileği – Doğa zarar görmesin dileği

Özgür olayım dileği – Sevdiklerime bağlanayım dileği

Sevdiğim özgür olsun dileği – Bana bağımlı olsun dileği

Güvende olayım dileği – Yeni deneyimler yaşayayım dileği

Birey olayım dileği – Bir topluluğun parçası olayım dileği

Günümü gün edeyim dileği – Yarın da mutlu olayım dileği

Arzu ettiğim şeyler olsun dileği – Zaman geçmesin dileği

Sevdiğimizle beraber olmak dileği – Onu özlüyor olmak dileği

Sevişiyor olmak dileği – Orgazm olmak dileği

Gitmek dileği – Kalmak dileği

Sahip olayım dileği – Kaybetmekten korkmayayım dileği

İnsanları kullanayım dileği – Sürtüşüp zarar görmeyeyim dileği

Yolculuğun keyfini sürmek dileği – Varmak dileği

Vs vs vs vs vs vs vs vs vs vs vs vs vs vs vs vs vs vs vs vs …

Sanırım bu örnekleri verdikten ve ne yapıp edip gene sözü dileklere getirdikten sonra onuncu ipucunu biraz daha yüksek sesle söylemeyi hak ettim :)

“Yaşam en baskın yanıyla, birini gerçekleştirme çabasının diğerinin gerçekleşmesine zarar verdiği dilek çiftlerimizi beraberce yönetebilme sürecidir”


**********GERİYE BAKIŞ

Hayatı anlama çabamda bana destek olduğunu sandığım :) ipuçlarına devam etmeden önce bugüne kadar yazdıklarımı birer temsil edici cümleyle hatırlatmak istedim. Derin bir nefes aldıktan sonra – kendimce – ipuçlarına devam etmek istiyorum.

1) Düşüncelerimiz başkalarının düşünceleri olarak oluşur ve biz onları sorgulamadıkça başkalarının düşünceleri olarak kalırlar.

2) İnsanlık tarihi dileklerinin evriminin tarihidir.

3) Hayal dahi edemeyeceğimiz kadar büyük bir insanlık birikiminin parçasıyız ama bunun yeterince farkında değiliz.

4) Kavramları kavramak, okyanusa kıyıdan bakmak gibidir.

5) Başkalarını bizim yararımıza yönlendirmek akılcı bir davranıştır. Bunu gerçekleştirebilmek için akılcı olmayan şeyler yapmak da akılcıdır.

6) Olaylar kadar duygularımızı da öngörürüz. Ya kısa vadedeki duygularımıza göre seçim yaparız, ya uzun vadedeki.

7) İnsan istatistiksel bir varlıktır.

8) Topluluklar, yelkenlilerin tramola atması gibi evrilirler.

9) Rastlantısal olmakla, başta bir planın olmaması eşdeğer önermeler değildir.

10) Yaşam, en baskın yanıyla, birini gerçekleştirme çabasının diğerinin gerçekleşmesine zarar verdiği dilek çiftlerinin beraberce yönetilmesi sürecidir.

********** MATRUŞKA EVREN

Kendimce ipuçlarına devam etme zamanı geldi. Evrende göz atabildiğimiz çok şeyin birbirini çağrıştırması üzerinde bölük pörçük bir şeyler yazmak istiyorum. Rusların meşhur matruşka bebekleri gibi çoğu şey birbirinin içine geçmiş benzeri sanki.

Yıllar önce fizik hakkında bir kitap okumuş, sonra da cesaret gösterip yazarı olan Alman profesöre şöyle bir eposta göndermiştim: ‘Canlılar dünyası ve cansızlar dünyası arasındaki uyuma şaşmak, ortasından yırtılmış bir kağıdın iki parçasının birbirini tamamlamasına şaşmak gibi bir şey’.

Bu bölümde yazacaklarım bilimle ve sezgilerimle ilgili. Sezgilerim – sezgilerin doğası gereği – yanlış olabilir ama bilimsel yaklaşımlarım yanlışsa uzmanlardan şimdiden özür diliyorum.Amacım sadece ve sadece bu konuda düşünmek isteyenlere birazcık ilham vermek. Bu nedenle hata yapma riskini de göze aldım.

Fen bilimleriyle hiç ilgisi olmayanlar bu bölümü okumadan geçebilirler. Sadece ortasından yırtılmış kağıt örneği üzerinde düşünsünler yeter.

Mikro parçacıklar (örneğin elektronlar) dünyası ile insanların dünyasının benzerliğini, makro dünya ile benzerliğimizden çok daha çarpıcı buluyorum.

Örneğin atomların son yörüngelerini (en basit yaklaşımla) sekize tamamlama gereksinimi duymaları… İnsanlarda olduğu gibi bir gereksinimden söz ediyoruz.

Atomların elektron alış verişi ile ya da elektron paylaşarak bir arada kalmaları… İnsanları bir arada yaşamalarının iki önemli nedenini çağrıştırmıyor mu?

Bilim, elektronların çekirdek çevresindeki yerleri için sadece olasılıklardan söz eder. Bir uzaylı dünyaya baksa, insanların dünya üzerindeki yerleri için olasılıkları dile getirmesinden başka çaresi var mı? Okyanusun ortasında ya da uzayda bir yerde bile çok az olasılıkla insan olamaz mı? O uzaylı, gezegenine insanların yerlerini rapor ederken kimi yerde yoğun kimi yerde daha az yoğun bir olasılık haritası göndermek zorunda değil mi?

İki atomun birleşirken önce bir aktivasyon enerjisine gerek duymaları, insanlardaki ereksiyon gereğini hatırlatmıyor mu?

Radyoaktif elementlerin ışıyarak radyoaktif olmayan elementlere dönüşümü canlılardaki ölümü çağrıştırmıyor mu?

Kuantum fiziğinde, mikro dünyadaki bir olayın gözlemciden bağımsız tanımlanamaması, yaşamadığımız bir olayın henüz gerçekleşmemiş olmasını çağrıştırmıyor mu?

Aynı elektronun birden fazla yerde olabilmesi, aynı fikrin adeta bağımsız olarak başka başka yerlerde (insanlarda, toplumlarda)  ortaya çıkmasından çok farklı mı?

Bir odada tek bir sıcaklık ölçüyor olmamıza rağmen, içerideki hava molekülleri farklı sıcaklık potansiyeli taşıyan farklı enerjilere sahip. Bu enerjilerin dağılımında, moleküllerin çoğunluğunun ortalamaya yakın, çok az sayıda molekülün de ortalamadan çok farklı enerjiye sahip oluşu, insan topluluklarında çok aşina olduğumuz bir dağılımı çağrıştırmıyor mu? Örneğin zeka düzeyinin dağılımı…

Bir mikro parçacığın hızını biliyorsak yerini, yerini biliyorsak hızını tam tespit edemeyişimiz, ‘an’ı asla yakalayamayışımzı hatırlatmıyor mu?

Moleküllere istatistik teorisi uygulayarak, bütünün davranışını tespit edebilmemiz, (Örneğin moleküllerinin teker teker davranış olasılıklarından, makro dünyadaki meşhur gaz kanununu çıkarabilmemiz) insanlara bakarak, toplumun davranışını tahmin etmek gibi bir şey değil mi?

Enerjiyi azaltmak ve düzensizliği (entropi) çoğaltmak çatışmasının benzeri insan hayatında enerji verme dürtümüz ve yaşama içgüdüsünün çatışmasında hissedilmiyor mu?

Kimyasal tepkimelerde bir yöne doğru ısı ortaya çıkıyorsa, ortamın sıcaklığı arttırıldığında tepkimenin yönü diğer tarafa (ısının ortaya çıkmayacağı tarafa) yönelir. Bunun sıcak geldiğinde kazağımızı çıkarışımızdan temelde bir farkı var mı?

Zamanın sadece ileriye işlemesi (bu her ne demekse :) )  ile evrenin toplam düzensizliğinin sadece artması (asla azalmaması) birbirini çağrıştırmıyor mu?

U şeklindeki bir borudaki suyun iki tarafta eşit duruma gelmesi, size de otoyol geçişlerinde her gişenin önünde benzer uzaklıkta kuyruk oluşmasını hatırlatmıyor mu?

Işığın ve elektronların hem madde hem dalga özelliği olması, insanlardaki ruh – madde birlikteliğini çağrıştırmıyor mu?

Bu bölümü kaparken şunu da söylemeliyim. Fen bilimleri ile hiç ilgisi olmayanlar arasında ‘Bu adam amma çok şey biliyormuş’ diyen çıkabilir. Fen Bilimlerinin gerçek uzmanları arasında da ‘Bu adam hiç bir şey bilmiyormuş’ diyen çıkabilir. Bence ikisini de demeyin.

**********KAVRAMLARA DEVAM

Kavramlarla ilgili en önemli yanılgım şu oldu: “Eğer çok daha akıllı olsaydım ve çok daha büyük bir kelime hazinesine sahip olsaydım kavramları oldukları gibi tanımlayabilirim.” Yani kavramlar ne kadar geniş, ne kadar flu olurlarsa olsunlar belirgin bir sınırları vardır ve bu sınırlar içinde tanımlanabilirler.”

Oysa kavramlar, bireyin ve toplumun işine yaraması için oluşturulurlar ama oluşturma anında dahi benzer netliğe sahip olmayışları bir yana, sonradan da bin türlü değişikliğe uğrarlar. Kimi deforme olur, kimi farklı yerlere çekiştirilir, kimine farklı referans çerçevelerinden bakılır, kimi parçalara ayrılır, kimi jenerik hale gelir, kimi başka kavramlarla karışır, kimi sınırlarına doğru iyice flulaşır. ‘Bunlardan hangisi doğru?’ gibi bir sorunun anlamlı bir cevabı olduğunu da sanmıyorum, ‘Orjinal dürtü ya da dilek neymiş?’ sorusuna tatmin edici cevaplar bulabiliriz ama ‘Hangisi doğru?’ sorusunun cevabı genellikle sadece dar bir çerçevede ortak bir cevap bulur, o dar çerçevenin dışında cevaplar gitgide öznel hale gelir.

Kavramların zaman içinde evrim geçirdiği, ya da değiştiği çok dile getirilen ama hayatın olağan akışında üzerinde pek durulmayan bir konudur. Bu bölümde ben, bu değişimin kavramlar arasında farklılıklar gösterdiğini yazmak ve bu farklılıkların neler olabileceği üzerinde düşündürmek istedim. Ayrıca zamanın da bu değişimler için tek faktör olmadığını, bir çok kavramın zamanın değiştirmesinden oldukça bağımsız olarak da sınırlarına doğru kolay tanımlanabilir olmadığını eklemek isterim. Bu bölümün sonuna doğru verdiğim ‘dürüstlük’ kavramı örneğine bu gözle bakın lütfen.

Örneklere farklı referans çerçevelerinden farklı değerlendirilen özgür irade kavramı ile başlayayım. Gençken ‘Özgür irade’ konusunda tartışmayı çok severdim. Şimdi neredeyse utanarak görüyorum ki, kafamda oluşturduğum özgür irade kavramını tartışıyormuşum ve karşımdakinin kafasındaki özgür irade kavramının başka bir tanımı olacağını düşünemiyormuşum. İleride ‘özgür irade’ üzerinde yazacağım ama kavram bağıntısında şunu söyleyeyim. Özgür iradeyi tartışmaktan çok önce, benim tanımımı ve karşımdakinin tanımını ortaya koymalıymışız. Bu tanımların farklı referans çerçevelerinden – insan gözüyle ve evren gözüyle – yapıldığını fark ettiğimizde belki tartışılacak bir şey de kalmazdı, benim referansıma göre benim haklılığımı, karşımdakinin referansına göre onun haklılığını ikimiz de teslim edebilirdik. Trende yere düşen bir topu trendeki gözlemci dümdüz aşağı hareket ederken görür, yerdeki bir gözlemci ise topun bir eğri çizerek düştüğünü gözlemler. Hangisinin haklı olduğunu tartışmanın bir anlamı var mı? Kabul ettiğiniz referans çerçevesine göre bir haklıllıktan söz edebiliriz ancak.

Başarı kavramı ise parçalanmış kavramlara örnek. Kavramın ‘toplum için bir değer ifade edip yeterli pay almak’ dileğinden çıktığını düşünüyorum. Ancak sonradan deforme olmuş ve de parçalanmış. Kimi para kazanmayı başarı olarak görüyor, kimi iyi bir aile hayatını, kimi sevilmeyi, kimi hayatta istediği şeyi yapmayı, kimi mutlu olmayı. Kavram başlangıç dileğinden o kadar sapmış ki, başkalarının gözünde başarılı olmayı dikkate hiç almayıp, kendi gözünde başarılı olmayı yeterli bulmaya kadar varmış. Bugün hangisinin doğru olduğuna nesnel bir yanıt mümkün değil

Jenerikleşmiş kavramın en belirgin örneği  ise ‘mutluluk’. Hayattan hoşnut olmayı mutluluğa çevirmişiz. Oysa insanı hayattan hoşnut kılan mutluluk dışında onlarca duygu var. Kariyer hırsı ile çevresindekileri ezen bir yönetici mutlu bir insan mıdır? Onun hayatta hoşnutluğu, çocuğuna sarılıp uyuyan bir annenin hayattan hoşnutluğundan bambaşka bir duygudur ama ikisine de ‘O öyle mutlu’ cümlesini söyleyebiliyoruz.

En fazla çekiştirilen kavramlardan biri de ‘doğru’. Bu konuda daha önce de yazdım, yazılacak başka şeyler de var. Bu bölümde ‘doğru’ kavramını diğer kavramlarla karışan kavramlara örnek olarak vereceğim. ‘Doğru’ kavramı, ‘gerçek’ kavramı ile bazen karışır. Örneğin ‘Mutlak bir doğru var mıdır?’ popüler sorusunun aslında ‘Mutlak bir gerçek var mıdır?’ sorusu olup olmadığı üzerinde bile epey düşünmek gerekir.

Bir yerden sonra genel kabul gören anlamı ile neredeyse çelişen kavramlardan biri ‘dürüstlük’. Yalan söylemeyen bir insana ‘dürüst’ deriz. Peki bu kişi bir arkadaşının karısına aşıksa bunu söylemesini dürüstlük olarak kabul eder miyiz? Böyle bir durumda içinden geleni yansıtması değil, içinden geleni değiştirmeye çabalaması dürüstlük olarak kabul edilir.

Sınırlarına doğru en fazla flulaşan kavramlardan biri de özgürlük. Çocukluğumda sorduğum ve hala sevdiğim şu soru umarım ne kastettiğimi anlamanıza yardımcı olur: “Köle olma özgürlüğü olmalı mı insanın?”.

**********İNSANOĞLU İSTATİSTİKSEL BİR VARLIKTIR

Bazen insanın aklına bir cümle takılıyor, sezgileri bu cümlenin bir şeyler ifade ettiğini söylüyor ama biri bu cümleyi sorgulayınca da açıklamasını doğru dürüst yapamıyor. Benim aklıma takılan böyle cümlelerden biri ‘İnsan istatistiksel bir varlıktır’ sözüdür, bu yazıda daha önce de bahsetmiştim.

Bununla ne ‘sezdiğimi’ hep sorguladım, bu beyin jimnastiğini daha önce yaptığımdan biraz daha geniş olarak yeniden yapmak istiyorum.

Bir topluluğa dışarıdan veya içeriden bir etkilemede bulunursanız, bireyler bu etkiye benim ‘istatistiksel’ yakıştırması yaptığım şekilde tepki gösterirler ve toplumların ‘değişmesinin’ itici gücü bu tepkinin farklı farklı ancak aşağı yukarı kestirilebilir dağılımıdır.

Bu ‘istatistiksel’ yakıştırması yaptığım tepki dağılımı için şunları söyleyebiliriz:

- Aşırı sert ve aşırı yumuşak etkiler homojen (herkeste aynı) tepkilere neden olurlar. Ancak birbirinin aynı tepkilere neden olacak kadar sert etkilere insanlık tarihinde az rastlanır, aşırı yumuşak etkiler ise dikkate değer tepkilere neden olmadığı için itici güç oluşturmazlar. Fiziksel koşullardan örnek verirsek, ısı birden yirmi derece düşerse herkes paltosunu giyer, yarım derece düşerse kimse kıyafetini değiştirmez. Bir bankayı soymaya gelen üç tane ve elinde makineli tüfek olan soyguncu etrafı taradıktan sonra müşterilere yere yatmalarını söylerlerse herkes yere yatar, istisna olmaz.

- Oysa toplulukları değiştiren ne aşırı güçlü, ne de belli belirsiz etkilerdir. Bireyler her gün yüzlerce ‘diğer bazı bireylerle aynı, diğer bazı bireylerden farklı tepki verdikleri’ etkiler ile karşılaşırlar. Önce gene fiziksel koşullardan örnek verirsem, serince bir sonbahar günü, güneş buluta girdiğinde, bir parkta oturan yüz kişiden sekseni eve döner, yirmisi oturmaya devam eder. Acemi görünüşlü ve elinde oyuncak tabancayla bir bankaya giren soyguncuya, müşterilerden bir kaçı müdahale eder. Maya takvimine göre 2012′de dünyanın sonu gelecek diye bir sav ortaya atıldığında, bin kişiden bir kaçı buna tamamen inanır. Arıza nedeniyle piste dönen uçakta tamir yapıldıktan sonra, yolculardan bir ikisi, tekrar aynı uçağa binmeyi reddedebilir. Bir otomobil firması fiatı yüzde on ucuzlatırsa, satışları diyelim yüzde yirmi artar.

- Bireylerin niteliğine ve etkinin niteliğine bakarak tepkinin dağılımını aşağı yukarı tahmin etmek mümkündür. Zaten pazar araştırmaları da, reklam harcamaları da, promosyonlar da, kanunlardaki cezalar da, seçim sonuç tahminleri de buna göre yapılmaktadır. Tabii ki her insanın beynine nüfuz edebilsek fiatımızı %10 indirdiğimizde kaç otomobil daha satacağımızı bilebiliriz ama her insanın beynine nüfuz edemesek de aşağı yukarı bilebiliriz. Yönetenler de, satış yapanlar da, kanun yapanlar da, öğretmenler de, zorbalar da, din adamları da – herkesi etkilemek dileğiyle ama herkesi aynı şekilde etkileyemeyeceklerini bilerek – insanoğlunun bu istatistiksel davranış özelliğini kullanırlar.

- Etki işlevini hemen yerine getiremeyebilir ama zaman içinde davranışları, daha önemlisi düşünceleri değiştirir. Örneğin benim çocukluğumda öğretmenler öğrencilere kolaylıkla dayak atabiliyordu. Bugün öğrencisine dayak atan öğretmen çok azalmıştır. ‘Mobbing’ de çalışanı motive etme anlayışının ortaya çıkması ile çok azalmıştır. Sendikaların ortaya çıkması ile işçilerin çalışma saatleri azalmıştır. Nasıl kölelik  bir zamanlar doğal kabul ediliyor ve bugün hemen hemen hiç bir yerde kabul görmüyorsa, kadına şiddet de zaman içinde bitecektir. Bunlar olumlu örnekler. tersi de mümkün: Etki kamplaştırma, nefret ettirme şeklinde ise o toplumda bu etkinin yansımaları da mutlaka görülecektir.

- Hedeflenen bir etki, hedeflendiği noktadan aşağı ve yukarı farklılıklar gösterir ki, tarihi ve toplumları en fazla etkileyen de budur. Örneğin, bir öğretmen öğrencilerini başarı için o derece motive edebilir ki, son derece başarılı öğrenciler bile kopya çekmeyi seçebilirler. Ya da insanların bir ideale o kadar fazla baş koymalarını sağlayabilirsiniz ki, içlerinden bir kaç tanesi sizi dahi o konuda yeterli bulmayıp isyan edebilirler. Ya da, barışı, kardeşliği hedeflerken topluluk içinden bir kaçı barışı ve kardeşliği silah zoruyla temin çelişkisine düşebilirler.

- Etkiler, zaman içinde, bir de, oluşturdukları iklimin ‘abartmaya’ doğru gitmesine hakim olamayıp, başlayan bir tepki sonucu olması gerekenden daha geriye düşmesine de neden olabilirler. Gene fiziksel bir örnek verirsek, bir diyet kampında, diyetisyen hastalarını aç bırakırsa, bir süre sonra hastalarından bir kaçının isyanından sonra gerisi çorap söküğü gibi gelir ve hastalarından çoğu diyeti bıraktıkları gibi, aşırı yemeğe de başlayabilirler. Toplumu bir arada tutmak için gereken idealler, bir süre sonra sadece bazılarının yararına kullanılmaya başlanırsa ve diğerlerinden gereğinden fazla fedakarlık istenirse bunun farkına varan bir kaç kişinin tepkisinin başkalarına da sirayet etmesi ile bu idealler o topluluğu ayakta tutmak için olması gerekenden daha geriye de düşebilirler.

Bütün bu örnekler aslında etki ve etkileşimsiz bir hayat olamayacağını ve bu etki ve etkileşimin tahmin edilebileceğinin ancak zaman içinde pek de kontrol edilemeyeceğini ipuçlarını da veriyor bana. Birey olarak baktığımızda ‘özgür irade’ diye algıladığımız kavramın, topluluk olarak baktığımızda başka bir dinamiği olduğunu da söylüyor. Bu konuya ‘özgür irade’yi tartışırken döneceğim.

Zor bir konuydu; sürc-i lisan ettiysem affola…

********** ÖZGÜR İRADE

Üzerinde en fazla düşünülen ve tartışılan kavramlardan biri (benim de üzerinde çok düşündüğüm) özgür iradedir. Bu kavrama bir çok açıdan yaklaşmak mümkün.

- Toplumsal kavramların, hele zaman içinde ortaya çıkmışlarsa ‘dilek’ içerdiğine inandığımı yazmıştım. Örneğin ‘mobbing’ iş yerinde daha huzurlu bir çalışma ortamı dileğinin sonucu olarak uç veren bir kavramdır. ‘Özgür irade’ tek bir dileğin değil üç dilek bileşeninin ‘ittiği’ bir kavramdır:

* Seçimlerinin sorumluluğu ve dolayısı ile armağan ve cezası var, dolayısı ile (benim ve) toplumun istediği yönde seçim yap.

* Seçim yapmak elinde, dolayısı ile daha mutlu olman da elinde. Böylece daha aktif ve daha huzurlu/mutlu bir toplumun temel taşlarından ol.

Bu iki dilek birbiri ile, ekonomik bazı çıkar hesapları ile ve mutluluk gibi diğer bazı kavramlarla etkileşerek bugünkü dünkünden daha stabil olması hedef alınan toplum için kullanılmaktadır. Daha bireysel özelliği olan üçüncü dileği bölümün sonunda yazacağım.

Beyin jimnastiğine başlarsak;

- ‘Özgür iraden olduğu için seçimlerinden sorumlusun’ cümlesi duyduğum en ters yüz edilmiş cümledir. Satır arasında kastetilen ‘(Benim ve) toplumun istediklerini yapmalısın, aksi takdirde cezalandırılırsın’dır.Başka bir deyişle “İraden özgür olduğu için değil, iradeni istediğim tarafa yönlendirmek için seni sorumlu tutuyorum!”

- Özellikle batı toplumlarında özgür irade kavramı, insanların enerjilerini açığa vurmalarını sağlayarak, birey enerjilerinden güç alan ilave bir ‘topluluk enerjisi’ oluşturmaktadır. Kavram bir çok kez rastladığımız gibi ortaya çıkışından farklı bir amaca hizmet eder hale gelmiştir.

- Bütün gençliğim başka insanlarla ‘Özgür irade vardır, yoktur’ tartışması yaparak geçti. Ne kadar naifmişim(z). Aslında adeta ‘Dünya etrafında döner’ savına karşılık ‘Hayır, güneşin etrafında döner’ savının tartışılması gibi bir durumdaymışız. Nasıl olmuş da önce, ‘Özgür irade’ kavramından ne anladığımızı ya da ‘ne’yin varlığı ve ‘yok’luğunu tartıştığımızı ortaya koymamışız, hayret! (Bu nedenle benzer tartışmalara hiç hayret etmiyorum :) ) Bu konuda çok içime sinerek şu örneği verebilirim: “Hareket halindeki bir trende elimizden yere düşen top düz bir çizgi takip edip yere iner’ savına karşılık ‘Hareket halindeki bir trende elimizden yere düşen top eğri bir çizgi takip edip yere iner’ savının tartışılmasına benziyor tanımı olmayan ‘Özgür irade vardır, yoktur’ tartışması. Trendeki bir gözlemciye göre düz çizgi, yerdeki bir gözlemciye göre eğri bir çizgi ! Yani gözlemciye göre cevap değişir ve gözlemciyi – ya da referansı – tanımlamadıkça hangi savın doğru olduğunun tartışılması anlamsızdır.

- Madem öyle, bir tanımla başlayabilmek için, ‘Özgür irade seçimlerimizle olayların akışını değiştirebilme yetkimizdir’ diyelim. Bunun da eksik olduğunu biliyorum ama gözlemci örneğimi verebileceğim için hoş görünüzü rica edeyim. Diyelim bir meteor dünyaya yaklaşıyor. Bir füze yapıldı ve meteor çarpmadan imha edildi. İnsanlara göre alınan tedbirle dünya kurtulmuş, yani insan tarihin akışını değiştirmiştir. Oysa dışarıdan bakan bir gözlemciye göre tarihin akışı değişmemiştir, doğal akış insanın o füzeyi yapıp dünyayı yok olmaktan kurtarmasıdır. İnsan olayların akışını değiştirmemiştir, insan olayların akışının parçasıdır !

- ‘Özgür irade yok’ diye ortalıkta dolanan birine verilecek en zorlu iş ‘Madem öyle, özgür iradenin var olduğu bir dünya tasarla’ demektir. İnanın çok zorlanacak. ‘Özgür irade var’ diyene de ‘Madem öyle olmadığı bir dünya tasarla’ deyin. Onun işi biraz daha kolay; ‘Örneğin bir kaya parçasının özgür iradesi yoktur’ diyebilir. Bunu diyen kişinin bu akıl yürütmesinin sonu ‘Akıl’a varmaktadır. Ona da en son söylenecek cümle ‘Özgür irade ve akıl diye iki ayrı kavram yok, akıl = özgür irade mi diyorsun? sorusudur. Sanırım öyle demek zorunda kalacaktır. O zaman da niçin akıl ve özgür irade diye iki kavram olduğunu sorun :)

- İşi başlangıç dileğinden ve sonraki çarpıtmalarından biraz ayırıp, biraz daha halı saha filozofluğuna dönersek ve hatta biraz parçacık fiziği ile bağlarsak özgür iradeyi günlük kullanımından ayırıp, ‘Yaptığımız her seçim, aynı koşullar altında hep aynı yönde mi yapılacaktır?’ sorusunu sormak uygun olur. Asla yapılamayacak bir deney bize çok yardımcı olurdu: Bir kararı verdikten sonra zamanı geri alıp bir milyon kez karar anına geri dönmek. Bu deneyin teorik irdelemesini bir sonraki bölümde yapacağım.

Diyelim resim sergisinde önümüzdeki iki resimden soldakini seçip satın aldık. Seçimi biz yapıyoruz gibi gözüküyor ama yıllardan beri çevremizin etkisi, daha önce beğendiğimiz sanat eserleri, elimizdeki para, denenmemiş olana prim veren karakterimiz, evde sağdaki resme benzer bir başka resmin olması vs vs gibi faktörler aslında bu seçimi bize zorunlu yaptırıyor; yani hangi kararı vereceğimiz önceden belirli (yani özgür irademiz yok, çünkü alternatif seçim imkansız !)

Burada ilginç bir tuzakla da karşı karşıyayız. Zaman zaman başka konularda da düştüğümüz bir tuzak bu. Bir önerme doğru değilse, aksinin doğru olacağı yanılsamamızdan söz ediyorum. Örneğin ‘Bu sokaktaki bütün evler satılıktır, o zaman yan sokaktaki hiç bir ev satılık değildir’ örneği ile mizahını yapacağım bir örnek bu. Soldaki resmi seçmek madem şartların belirlediği ve beni zorladığı yönde bir seçim ve madem o nedenle özgür iradem yok deniyor, o zaman ben de özgür irademin olması için yazı tura atar, hangisi gelirse o resmi alırım. Peki bu özgür irade mi? Değil, hiç değil. Hatta kavramın başlangıcı, çarpıtılması veya gelişmesi itibarı ile hiç hiç hiç değil. Evleneceğim kızı yazı tura ile seçeceğim, ne o ? , özgür iradem var. Borsada şu kağıda yazı tura ile yatırım yapacağım, ne o ?, özgür iradem var. Nereden başladık, özgür irade ile çelişen nerelere geldik.

- Toparlamaya çalışırken gene dileklere döneceğim. Geleceği görmek isteriz, çünkü geleceği görürsek ve gördüğümüz işimize gelen bir alternatif değilse değiştirebiliriz ! Örneğin kapalı iki paketten birinin içinde altın, birinin içinde çakıl taşı var. Açtığımız zaman içinde ne olacağını bir an için görebilirsek, değer taşıyan paketi seçeriz. Daha uzun vadeli olarak, mühendislik ve işletme okumak arasında tereddüt ediyorsak ve geleceği görebilsek ve birinde para, pul, mutluluk, diğerinde başarısızlık olduğunu anlayabilsek, mutluluğun olduğu tarafı seçeriz. Bu olamadığı için, yani geleceği göremediğimiz için her iki yol için de yapabildiğimiz kadar öngörü yapıp ona göre yolumuzu seçeriz. Yani akıl, çıkarımızın en fazla olduğu yöne bizi yönlendirir. Ancak ‘çıkar’ muğlaktır. Kısa vadeli, uzun vadeli, doğrudan elde edeceğimiz, toplumdan yansıyarak elde edeceğimiz faydaları içermekle kalmaz, geçmişteki şartlanmalarımızın duygusal faydalarını da üzerinde taşır. Sonuç olarak, özgür iradenin asıl üzerinde taşıdığı dilek, bu muğlak çıkar denizinde bizim için en doğrusunu (hem maddi hem manevi olarak en işimize yarayanı) bulabilmektir. Özgür irade dediğimiz şey, biraz da geleceği görebilmekte, çıkarımızı doğru algılayabilmekteki zayıflığımızı yenebilme, yanlış bulduğumuz kararlarımızla başa çıkabilme dileği ile ilintilidir.

Bir sonraki bölümde, neden sonuç ilişkisi ile ilgisini de irdeleyerek, bir parça kuvantum mekaniğine de dokundurarak konuyu kapatmaya çalışacağım.

Ne Anladım Ben Bu Hayattan !?: 10 Yorum

  1. aziz emre says:

    Aynı hataları tekrar ederek kendimizi damıtıyor muyuz daha rafine olabilmek için bilemiyorum ama yaşlanmadan “wise “olabilmek için dinlemek lazım… seni dinlemeyi seviyorum Kemal abi.. Eline sağlık!.

  2. UGUR ARIKAN says:

    Kemal Bey merhaba ;
    Oluşturdugunuz siteniz için tebrik ederim. Böyle bir siteyi oluşturmanın ve derlemenin ne kadar çok emek ve gayret
    gerektirdigini biliyor ve takdir ediyorum.
    Ortaya koydugunuz görüş ve düşüncelerin insanların ufkunu açacağı ve genişletecegi konusunda hiçbir şüphem yoktur.
    Tekrar tebrik eder başarı dileklerimi sunarım.
    UGUR ARIKAN

  3. Mehmet Uysal says:

    Kemâl Bey,

    Sitenize bir arkadaşım aracılığıyla bugün ulaştım.Öncelikle elinize sağlı diyorum.Özellikle sorgulama eylemi ile ilgili olarak yaptığınız yorumlar çok yerinde.Düşünmek yani eleştirel düşünce ve sorgulama kanımca toplum olarak en önemli eksiğimiz.Ne yazık ki çevremizdeki insanların çoğu zorluklarrına katlanamadıkları, rahatlarına kıyamadıkları için sorgulamaktan uzak duruyorlar. Düşünce temebelliği yaman bir hastalık.Bu hastalık aynı zamanda bulaşıcı. Gerçi düşünmeyen , sorgulamayan toplumu yönlendirmek de çok kolay.Bundan olsa gerek ki bu hastalığa çare arayanların sayısı da çok az.Nasılsa birileri bizim adımıza düşünüyor.Biz düşünüp sorgulayıp da ne yapacağız ?

    Datça ile ilgili gözlem ve yorumlarınızı da çok sevdim.Uzun yıllardır aynı yerlerde tatil yapan birisi olarak sayenizde oralara yeniden gitmiş gibi oldum.Selam ve saygılarımla M.Uysal

aziz emre için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>

  • Ne Anladım Ben Bu Hayattan !?

    Hayat üzerine düşüncelerim. Sadece sorgulamayı sevenler için.
  • Gün gün yazılar

    Mart 2024
    Pts Sal Çar Per Cum Cts Paz
    « Kas    
     123
    45678910
    11121314151617
    18192021222324
    25262728293031