Bir süre önce gazetelerde bir haber okudum: 1900′lü yılların başında henüz küçük bir çocukken Kırım’dan İstanbul’a gelen İlhami Bey, Galatasaray Lisesi’nde okuduktan sonra Mısır’a gitmiş, orada çok zengin bir hanımla evlenmiş, daha sonra Fransa’ya yerleşmiş ve doksanlı yaşlarında orada ölmüş. Çok büyük bir serveti olduğu ve servetini bırakacak akrabası olmadığı için gazeteler bu ölümde haber değeri bulmuşlardı.
Bu sıradan haber, annemin uyarısı ile birden gözümde büyük önem kazandı.Annem İlhami Bey’in büyük dayımın çok yakın arkadaşı olduğunu söylemişti.
Bu bilgi üzerine, çocukluğumda beni çok etkileyen sararmış bir posta kartının arkasındaki tek bir cümleyi anımsadım: “Galip, niye susuyorsun Allah aşkına !”
Galip dayı, benim büyük dayım, annemin dayısı. On sekiz yaşında tifodan ölmüş. Ciciannem, ahşap evinin oturma odası duvarındaki bir çocuk fotoğrafına gözleri yaşararak bakar ve ‘Bak bu büyük dayın’ diyerek onun anısının hiç değilse bir sonraki nesle aktarılması için çaba gösterirdi.
Ben ilk kez Galip dayımın fotoğrafı ile tanıştırıldığımda ölümünün üzerinden en az kırk yıl geçmiş olmalıydı ve kırk yıl o denli uzun bir zamandır ki bir çocuk için, onun neden hala üzüldüğünü pek de anlayamazdım.
İki çok yakın arkadaş… Biri çocuk denecek yaşta ölüyor, diğeri doksanı aşkın yaşta…
…ve bir gazete haberi anılarımda kalmış siyah beyaz bir çocuk fotoğrafı ile o çocuğun ölümünden haberi olmayan arkadaşının Mısır’dan yolladığı karttaki son derece vurucu cümleyi kafamda yeniden birleştiriyor: ‘Galip, niye susuyorsun Allah aşkına !’
Sonra tekrar tekrar yankılanıyor: ‘Niye susuyorsun?’, ‘Niye susuyorsun?’, ‘Niye susuyorsun?’…
“Galip, niye susuyorsun Allah aşkına !”
Keşke hiç susmasa sevdiklerimiz..