Biri

Amasra, Zonguldak, Ereğli

Buradaki gezi önerilerim genellikle daha uzak diyarlardaki küçük yerlere dair ama bu kez özellikle İstanbul’daki dostlarımız için üç günlük kısa bir batı Karadeniz gezisi önereceğim. Eşimle beraber bu gezimizden tahminlerimizin çok üstünde memnun kaldık.
Gezimizin üç ayağı vardı: Amasra, Zonguldak, Karadeniz Ereğli
İstanbul’dan yola çıkan bir gezgini esas alarak anlatacağım. Hep dediğim gibi, birinin size kendi
rotasını anlatması, size neleri aynı neleri farklı yapmak istediğiniz konusunda referans olur.


AMASRA:
Amasra’ya İstanbul’dan mola vermezseniz yaklaşık beş saatte gitmek mümkün. TEM (O7)
üzerinden Bolu’ya gidip, biraz ilerisinden Amasra – Bartın yönüne ayrılıyorsunuz. Biz durmadık
ama Bolu civarında ‘Highway outlet’ dikkatimizi çekti. Yola erken çıkanlar belki orada mola
verebilirler.


Amasra gerçekten çok güzel bir kıyı kasabası. Biz yola geç çıktık ve akşamüstü vardık. Otelimiz
Sardinia idi. Yeri son derece merkezi ve tarihi Çekiciler çarşısının yanıbaşında. Odalar küçük, fakat
temiz. Küçük balkonlarından ilçenin hareketliliğini görmek eğlenceli. Evlerin arasından deniz de
görülüyor ama geniş bir deniz manzarası yok. Arabamızı da resepsiyondaki görevli alıp bir
otoparka götürdü.


Doğal olarak gürültüye hassas insanlar için öneremem. Bazı geceler çok gürültülü oluyormuş.
Kıyıda yürüdüğümüzde bu otelin kardeş oteli gibi bahsettikleri Northdoor otele geldik. Denize
girmek isteyenler için de, deniz manzarası seyretmek isteyenler için de bu otel ideal. Denizle
arasında yol var. Önemli bir avantajı, yolun kenarında kendisine ait bir iskelesi olması. Bu otelde
kalan bu iskelede güneşlenip denize girebilir. Kısa bir gezide dahi denize girmeyi düşünen varsa bu
otel ideal. Otelde kalınmasa da terasında bir kahve içilir.


Kıyı şeridinde halk plajları, kafeler ve dondurmacılar var.
Dondurmacı demişken, Amasra’da kime iyi bir dondurma veya balıkçılar haricinde lokanta veya
pideci sorduysak olumsuz konuştu ve burada sadece balık lokantaları iyidir dediler.
Biz de yemeği, bir dostumuzun önerisiyle Mete Bey’in ev sahipliğinde ‘Mustafa Amca’nın yerinde
yedik ve çok memnun kaldık. Özellikle kenarda yer ayırtıp güneş batımına yakın masanıza
oturursanız, denizin neredeyse üstünde çok güzel bir manzaraya karşı taze balık ve Amasra’ya has
değişik tasarımlı salatalarından yiyebilirsiniz. Seviyorsanız üstüne de katı manda yoğurdu üzerine
bal ve ceviz öneriyorlar.
Bu lokantanın yakınlarında birkaç balık lokantası daha var. Hiçbirine haksızlık etmek istemem.
Hepsi için iyi şeyler duydum, siz onlardan birini deneyebilirsiniz.


Amasra denince akla öncelikle güzel manzaralar, Romalılardan kalma kale duvarları ve Kemere
köprüsü geliyor. Doğu Roma’nın mirasına sonradan Cenevizliler ve Osmanlılar da katkıda
bulunmuş; gördüklerimiz hepsinden kalanlar. Özellikle Kemere köprüsünde denizin içeri girdiği
manzarayı, Puglia’da çok beğendiğimiz Polignano Del Mare ve Asturias’taki Cangis De Onis’teki
eski Roma köprüsüyle benzer güzellikte bulduk.


Manzara için de kalenin içine girerek yukarı doğru yürüdük. Önce Ağlayan Ağaç adı verilen
mevkide ‘Tavşan Adası’nın martılarını seyredip dinledik, sonra biraz daha gayretle Boztepe’ye,
Fener’in yanına çıkıp manzarayı seyrettik.


Dalları terlediği için ‘Ağlayan ağaç’ denilen ağacın maalesef yıkılma tehlikesi geçirdiği için kesilmiş
olduğunu, onun yerine esnafın bir küçücük ağaç sergilemekte olduğunu ekleyeyim. Ancak
manzara için dizlerinden şikayeti olmayanların buralara çıkmasını öneririm.
Çekiciler çarşısı, tahmin ettiğimden daha küçük bir çarşıydı. İçinde tahta oymacılar, süs eşyaları vs
var. Tabii ki gezilmeli ama bir ucundan öbür ucuna kısa zamanda varmak mümkün.
Amasra’ya geç saatte varıp, ertesi sabah da otelimizin balkonunda biraz oturup yola çıktığımız için
bizim yaptıklarımız bunlar oldu. Kale içinde başka yollar ve manzaralar keşfedilebilir, muhtelif
plajlarından denize girilebilir, Amasra’dayken veya dönüş yolunda Bartın Yolu üzerindeki 2000 yıllık
‘Kuşkayası yol anıtı’ kabartması görülebilir, teknelerle Tavşan adası çevresinde gezilebilir.
Yeterince farkında olmadığımız ve sonradan görmeliydik dediğimiz bir yer de Bartın – Amasra
arasında kıyıdan yükselen lav sütunları oldu. Dünyada çok az yerde böyle oluşumlar olduğunu
okudum. Lav sütunlarının önünden denize girmek de mümkünmüş, aklınızda bulunsun. Yani en
azından iki gün ayırmak daha doğru olabilir Amasra ve çevresi için.


ZONGULDAK YOLU, FİLYOS BELDESİ VE TİOS ANTİK KENTİ


Amasra’dan Zonguldak’a giderken Bartın yakınından da geçiliyor ama biz bu gezide Bartın’a
uğramayı düşünmedik. Tabii ki Bartın da böyle bir gezi programına dahil edilebilir.
Zonguldak yolunda giderken, bir süre sonra Filyos plajı ve Tios antik şehrine sapılıyor.
Tios antik kentini görmek, en azından Filyos’un uzun kumsalını kuş bakışı seyretmek için değer.

Denizin içindeki antik liman kalıntıları da yukarıdan karaltı halinde seçiliyor. Onun dışında antik kentte görmeye
değer fazla bir şey yoktu. Zaten gezmeye izin verilen küçük bir alan var. Depolama küpleri,
değirmen taşı gibi nesneler sergileniyor.


Ancak deniz ve yeşilliklerle 360 derece öyle geniş ve güzel bir manzara var ki, insan kendini mutlu
hissediyor. Uzaklarda ağaçların arasında ayakta kalmış küçük bir parçası kalmış su kemerini ve
kazısı devam eden amfi tiyatroyu görmek de güzeldi.


Tios antik kentini gördükten sonra plaja doğru inip sahil balıkçılarında yemek yenebilir ama biz
geç kahvaltı ettiğimiz için devam ettik. Antik kentte çalışan görevliler, sahil yolunda 5 kilometre
kadar sonra Türkali köyünde salaş bir balıkçı olan Nedimin Yeri’ni veya kumsalda eski bir lokanta
olduğunu söyledikleri ‘Çapari’yi önerdiler. Yöre halklarından duyduklarıma değer verdiğim için not
etmiş olayım.


Bir sonraki durağımız Zonguldak’a girmeden az önce Gökgöl mağarasıydı. Tios Antik kentinden
Zonguldak’a sahilden gitmemizi önerdiler ama ben denemiş biri olarak önermiyorum. Sahil yoluna
gitmek yerine geri dönün ve ana yola çıkarak Zonguldak’a devam edin bence. Sahil yolunda güzel
manzaralar görürüz diye o yolu seçtik ama ilk beş on kilometreden sonra hem deniz gözükmüyor,
hem de zaman zaman toz toprak içindeki dar yollardan geçiliyor ve kamyonların peşine takılınıyor.
Bir daha gitsem kesinlikle o yolu seçmem. Böyle dedim ama göremediğimiz arkası lav sütunlu
plajlara buradan gidiliyorsa fikrimi değiştirmem gerekir. Biz geçerken buna dair bir işaret görmedik.
O sırada bilgimiz de olmadığından dosdoğru geçip gittik. Zaten dikkatimi fazlasıyla sadece yola
vermem gerekiyordu.


Gökgöl mağarasının girişindeki Berat kafeden çok memnun kaldık. Yediğimiz gözleme lezzetliydi
ve çalışanlar güleryüzlüydü.
Mağara da beklentimizi aştı. Açıkçası daha önce hiçbir büyük mağara gezmemiştim, o nedenle
beklentimi aştığı yorumum anlamsız kalabilir. Sonradan Türkiye’nin beşinci büyük mağarası
olduğunu okudum. Mağara içinde bir kilometreye yakın yürüdük. Renk renk aydınlatmalar, çeşitli
sarkıt ve dikitler, yanımızdan akan su, genişleyen yerlerde minik seyir terasları ile adeta bir fantezi
dünyası içinde yürüdük. Klostrofobisi olmayanların bu mağarayı görüp en sonuna kadar da
yürümelerini öneririm.


Çıkıştaki müzenin hediyelik dükkanından müzeye destek için birkaç basit hediyelik aldık ama
dikkatimizi o dükkanda satılan kestane balı çekti. İki yıldır kestane ağaçlarında pek çiçek olmadığı
için kestane balı bulunmuyormuş, o nedenle yakın bir köyden gelen iki yıllık balları satıyorlardı.
Bağışıklık için azar azar yenmesi önerilen – fazlası sağlığa zararlıymış – bu balın kilosu 2000 liraydı,
çok pahalı geldi, almadım. Ancak kestane balı kolay bulunan bir bal değil, giderseniz aklınızda
bulunsun.


Buradan otelimize gittik. Bab-ı Zer otel, her odasına benzer ‘ağdalı’ isimler verilmiş, oldukça güzel
bir butik otel. Önünden tren yolu geçiyor, bu tren yolu halen de aktif. Odadan aşağı bakıp geçen
vagonların damlarını görebiliyorsunuz. Macera filmi çekenlerin, odalardan trenlerin üstüne atlama
sahneleri için ideal :) .


Odalarda; avizelerin kafalara çarpacak kadar alçakta olması, klozetin çok alçak olması gibi bazı
gariplikler olsa da, otelden genellikle memnun kaldık. Dik bir yamaçta yer alıyor ve otomobilimizi
park ettikten sonra gidiş geliş için epey bir merdiven var. Ancak bu nedenle de manzarası güzel.
Bir hayli aşağısında bir halk plajı var. Bu plaja bir kuleden asansörle iniliyor. Özetle manzara hem
hareket içeriyor, hem de plajda yer alan bir minik yarımada ile beraber güzel; hele güneş batımını
izlemek için ideal.
Çok yorulduğumuz için yemeği de otelde yedik. Zonguldak’ta da, Amasra’da olduğu gibi insanlar
lokanta ya da yemek tavsiyesi vermekte zorlanıyorlar. Oteldeki yemeğimiz bir özelliği olmamakla
beraber makul kalitede bir yemekti. Zonguldaklılar bir turizm hamlesi yapacaklarsa, yeme içme
kalitesini ve tanıtımını da ihmal etmemeleri gerekli… Zonguldak için bize verilen tek lokanta
tavsiyesi ‘Bizim Çorbacı’ esnaf lokantasıydı. Yeme içme ile ilgili olarak bu konuyu gündeme getirdiğimizde bir dostumuz itiraz etti ve şunları söyledi: “Zonguldak’ta soslu kebap ve zılbıt, Devrek’te cevizli Gömeç ve beyaz baklava, Çaycuma’da manda yoğurdu ve malay, Ereğli’de pide ve çilek, Filyos’ta balık ve salata yenir.”
Bu otelde, Zonguldak Geoparkı’nın müdürlüğünü yapmış Gülsüm hanımla tanıştık. İçinde maden
müzesi, Gökgöl mağarası, başkaca mağaralar, çeşitli jeolojik oluşumlar, yaşlı porsuk ağaçları,
akarsular, Harmankaya şelaleleri ve diğer küçük şelaleler vs gibi çeşitli gezmeye değer yerlerin
olduğu geniş bir alanmış anladığım kadarı ile bu geniş ve özel park. Gülsüm Hanım’ın tanımlamasıyla, Zonguldak İl İdare sınırları ile deniz yönündeki 2 kilometrelik alan jeopark sınırlarını oluşturuyor. Anladığım kadarı ile bazı gönüllüler, bu parkı odak noktası yaparak Zonguldak’ı turizm açısından
tanıtmaya çalışıyorlar. Emeklerine duyduğum saygı nedeniyle, konuya henüz hakim olmasam da iki
websitesini burada paylaşıyorum: Zonguldakgeopark.com ve visitzonguldak.com.
‘Visit Zonguldak’ sitesindeki bavul işaretinin üzerine tıklarsanız ilgi alanınıza göre size Zonguldak
ve jeotermal arazi çevresinde gezi planı yapıyormuş. Bu yöreye seyahat edecek herkese bu iki
web sitesine öncelikle bakmasını tavsiye ediyorum.


Gece, eğer yorulmamış olsaydık, bir taksi ile otelden de gözüken Fener tepesine gidecektik. Bu
bölgede kafeler, lokantalar ve canlı müzik yapan yerler varmış. Gündüz gidilirse manzaranın güzel
olduğunu ve oradaki 75 yıl kadar önce kömür ve atık taşıma için inşa edilmiş olan Varagel
tünelinden sahile doğru inmenin güzel bir deneyim olduğunu söylediler.
Ertesi gün maden müzesine uğradık. Burada ayrıca gruplar halinde maden ocağı deneyimi
yaşayabileceğiniz bir ocağa inilebiliyor. Biz zamanımız olmadığı için bu deneyimi bir sonraki
seyahatimize bıraktık.


KARADENİZ EREĞLİ
Maden müzesini gezdikten sonra Karadeniz Ereğli’ye doğru yola çıktık. Yol kıyıya paralel gidiyor.
Yol üstünde bahsedeceğim iki yer var: Biri Ilık Su. Burada görebildiğim kadarı ile yol ve deniz
arasında üzerinde yerleşim yerleri de olan oldukça geniş bir ova var. Burada termal su çıktığını ve
şifalı olarak bilindiği için yöre halkının bu suya girdiğini söylediler. Ancak fotoğraflardan bir hayli
küçük bir doğal havuz olduğu izlenimi aldım. Denize kadar gidilirse Ilık Su plajının güzel olduğunu
duydum. Biz zamanımız olmadığı için yoldan ayrılmadık.


Yol Kozlu’dan geçiyor. Burada yaşayan dostlarımızın Kozlu esnaf lokanta tavsiyesini de ekleyeyim:
Kemeraltı lokantası. Bu bölgede küçük kuzu kestaneleri yetişiyor ve bu nedenle kestane balı da üretiliyor.
Diğer yol üstü bahsedeceğim yer ise İstanbul’dan yakın dostlarımızın köyü oldu. Doğa içinde,
kendimizi ayrıcalıklı hissederek misafir olduğumuz bu küçük köy böyle bir seyahat yazısının
konusu değil. Ancak ana yoldan denizin aksi yöne ayrılan yollar üzerinde köyler olduğunu ve eğer
haziran ayında giderseniz yollardaki dut ağaçlarından harika dutlar yiyebileceğinizi söylemeden
geçemedim.


Ereğli’ye girdiğimiz zaman bu ilçenin geniş yolları – Zonguldaklılar alınmasın – adeta Ereğli şehir,
Zonguldak ise onun ilçesi izlenimi verdi. Gerçekten Ereğli’yi, şehre ilk girişimizden itibaren
tahminlerimizin ötesinde beğendik ve Gökgöl mağarası girişindeki Berat Kafe’de tanıştığımız
ressam Gülden hanımın neden öncelikle bu ilçede zaman geçirmemizi önerdiğini anladık.
Ereğli denince, aklımızda iki yiyecek vardı: Ereğli pidesi ve Ereğli’nin Osmanlı çileği. Bu çilek çok
kokulu, açık renkli ve küçük. Artık pek rastlanmıyor. Yol üstünde satılabiliyor olabileceğini
söylemişlerdi ama göremedik. Ereğli’nin cuma günleri kurulan halk pazarına gidip orada sorduk.
Maalesef sadece mayıs sonu, haziran başı bulunabiliyormuş. O tarihlerde yolu o bölgeye
düşenlere duyurmuş olayım.


Ereğli pidesine gelince… Oraları bilen dostlarımız Ereğli girişinde İstanbul pideyi önermişlerdi. Biz
görmeden geçmişiz. Dolayısı ile ilçe merkezinde, sosyal medyada çok methedilen ve sanırım en
eski pideci olan Hasan Kuru’ya gittik. Ön taraftan çok dar ve karanlık bir lokanta gibi gözüküyor
ama arkada ferah yerleri var. Hasan Kuru artık 80 yaşındaymış ve çalışmıyormuş. Ancak aynı
formülle aynı kaliteye devam ettiklerini söylediler. Pidenin hamurunu beğendik, turist olduğumuz
için jest yapıp malzemesini çok bol koymaları, düşünülenin aksine lezzetine olumsuz etki etmişti.
Pideden devam edersek, İstanbul pideye ilaveten Ereğli’den Alaplı’ya devam edildiğinde sahilde
Ereğli pide varmış, bir dostumuz da orayı önerdi.
Gelelim kalacak yere: Biz sahilde Elif Otelde kaldık. Hem deniz manzaralı, hem hareketli hatta
çevresi ‘cıvıl cıvıl’ olduğu için en doğru seçimi yaptığımızı düşünüyoruz. Otel de yenilenmiş olduğu
için oldukça rahattı, hatta seyahatte kaldığımız en iyi oteldi diyebilirim. Yakınında denize açılan bir
dere, önünde – manzarayı kapamayan – bir lokanta olduğu için sosyal medyada bir iki kişinin
yazdığı gibi belki koku problemi olabilir ama biz bu sefer tanık olmadık. Otelle ilgili en büyük sorun
otoparkı olmamasıydı. Yol boyunca Belediye’ye az bir para ödeyerek park edilebiliyor ama güzel
bir havada ve kalabalık bir akşamsa yer bulmak imkansız. Bu nedenle orada kalacaklar için önemli
bir ipucu veriyorum: Yakında eski otobüs terminalinin olduğu yerde büyük bir otopark var ve otele
5 dakika yürüme mesafesinde. Günlük ücreti de 60 lira.
Ereğli sahili tek kelimeyle cıvıl cıvıl; kalabalık ama tıkış tıkış da değil. Açıkçası birçok Ege kasabası
sahilinden daha ferah ve daha keyifli. Gece yürürken sahildeki Kahverengi isimli kafede oturduk ve
yediklerimizden memnun kaldık. Sahilde; Elif Otel’in hemen yanında Alemdar müze gemisi var.
Kurtuluş savaşında Rusya’dan cephane taşıyarak katkı sağlamış olan bu gemi 1982’de sökülmüş
ama son yıllarda müze olarak kullanılmak üzere aynısı yapılmış. Müze bakımdaydı, gezemedik ama
gidecek olanların aklında olsun.


Özellikle bahsetmek istediğim bir yer ise ‘Kadın Gücü Kooperatifi’nin satış dükkanı. Burada
tazesinin peşinde olduğumuz Osmanlı çileklerinin reçeline rastladığımıza çok sevindik. Aldığımız
Osmanlı çileği ve ağaç çileği (bunlar daha da küçük çilekler) reçellerini çok beğendik. Benim bu
notlarımı okuyan çok kişi olmaz, o nedenle rahatlıkla diyorum ki, çilek reçeli seviyorsanız Ereğli
Kadın Gücü kooperatifinden ısmarlayabilirsiniz. Çok bilinmesini istemem :)


Ereğli ile ilgili söyleyebileceğim belki de tek olumsuz şey, Ereğli Demir Çelik fabrikasının şehrin
göbeğinde – kıyı yolunun ucunda – olması ve maalesef hava kirliliği üretmesi. Çoğu zaman hava
kirliliği uluslararası standartlara uygun oluyorsa da, bazen sınır değerlerini aşıyormuş.


Ertesi gün kıyı boyu manolya ağaçlarının yanından geçerek Cehennem Ağzı mağaralarına gittik.
Ben hiçbir yerde bu kadar çok manolya ağacı görmedim.


Cehennem Ağzı mağaraları ile izlenimlerini yazmasını da Işıl’dan rica ettim, son paragraf ona ait.
Cehennem Ağzı mağaraları adı Yunan mitolojisindeki bir hikayeden kaynaklanmakta. Bu
hikayeye göre Herkül (Heracles) cehennemin bekçi köpeği Kerberos’u ölüler ülkesi Hades’den
alma görevini yerine getirebilmek için Cehennem Ağzı mağaralarından içeri girer. Bu arada Ereğli
adının da Heracles’den geldiği söylenmektedir. Cehennem Ağzı mağaralarını oluşturan üç
mağaradan biri Hristiyanlığın ilk dönemlerinden kalan bir ibadet alanı, biri de insan eliyle yapılmış
bir su sarnıcı. Gökgöl mağarasından sonra oldukça basit görülen bu mekanda çok hoş başka bir
anımız oldu. Pazartesi hariç her gün açık olan mekanın girişinde hediyelik eşya tezgahları ve
oldukça değişik tahta ve deri işleri yapan sanatçılar var. Onlarla tanıştık, taze demlenmiş çaylarını
içtik, hikayelerini dinledik ve çok güzel iki saat geçirdik. Zonguldak insanının ne kadar dost canlısı
olduğunu gördük. Porsuk ağacı vazomuz ve özgün mini hoparlörümüz de evimizi süslüyor.


Not: Ereğli’den sonra İstanbul’a ya Düzce üzerinden ya Karasu üzerinden trafiğe göre yaklaşık üç
buçuk – dört saatte dönülüyor. Yol Akçakoca’dan geçiyor ve eğer zamanınız uygunsa sahildeki
balık lokantalarından birinde Karadeniz’in dalgalarına karşı yemek yiyebilirsiniz.



Amasra, Zonguldak, Ereğli: 1 Yorum

  1. Engin Topay says:

    Kemal, gezi notların hem güzel, hem çok yararlı. Öncelikle sana ve Işıl’a teşekkür ediyoruz. Bölgeyi bilmiyoruz, ancak senin gezi notlarından sonra Amasra ve Ereğli’ye gitme arzusu doğdu bizde. Kalemine, emeğine sağlık.
    Teşekkürler, sevgiler.
    A&EşTopay

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>

  • 'Ne Anladım Ben Bu Hayattan' en son
    05.03.2012
    tarihinde güncellenmiştir.
  • Gün gün yazılar

    Eylül 2025
    Pts Sal Çar Per Cum Cts Paz
    « Haz    
    1234567
    891011121314
    15161718192021
    22232425262728
    2930